İsveç Basını Dagens Nyheter
Çeviri: Feyzullah Yılmaz
15 Haziran 2008 Başyazı
Türkiye ile İsviçre arasında 11 Haziran’da oynanan ilginç futbol karşılaşması, Türkiye’nin AB üyelik müzakereleri sürecinde kendisini gösteren zorlukların sembolik bir temsili haline geldi. Yoğun bir yağmur ve su ile dolmuş bir saha, bütün iyi oynama ve kısa pas yapma çabalarını sonuçsuz bıraktı. Oyuncular su içinde kaydı ve bazı anlarda topla oynamak neredeyse imkansız hale geldi.
AB ile ilişkilerde yaşanan sorunların büyük çoğunluğu da Türkiye’nin eksik demokrasisinden kaynaklanıyor. Önceki hafta Anayasa Mahkemesi, başörtülü kadınların üniversitelerde okuyabilmesine imkan veren yasayı iptal etti. Bu karar, Mahkeme’nin kapatma davasında, hükümetteki İslami eğilimli AKP’yi Anayasa’da tanımlanmış laik düzene karşı bir tehdit olarak görüp gayrimeşru kabul edeceği noktasındaki riskin büyük olduğunu ortaya koyuyor.
AKP’yi olduğundan daha iyi göstermeye çalışmak için bir neden yok. Parti, fırsatçı bir karaktere sahip ve Avrupalıların büyük bir kısmının kendi ülkelerinde olmasını kabul etmekte zorlanacakları türden ataerkil ve dinî bir muhafazakârlığı savunuyor. Ancak Türkiye, AKP iktidarı döneminde demokratik reformlar, yasal güvenceler ve AB uyumu noktasında, on yılların laik Kemalist iktidarlarından çok daha fazla yol kat etti.
Büyük bir vatandaş kitlesinin, AKP’nin Türkiye’deki günlük hayatı daha İslami bir hale getirmeye yönelik niyetleri hakkında endişelenmesini anlamak da çok zor değil. Bununla birlikte, Türkiye’nin seküler -fakat diğer yandan pek de özgürlükçü olmayan- elit sınıfı, demokrasinin kurallarını izlemektense yargı darbesi gibi gözüken yetersiz bir mahkeme kararına tutunmayı tercih ediyor.
Burada, Türkiye’nin (ve Avrupa’nın) tarihinde önceki dönemlerde sıklıkla gördüğümüz bir geri dönüş yaşanıyor: Modernite ve Aydınlanma’yı savunmak adına, iktidar seçkinlerinin, modern ve aydınlanmış olmayan yöntemlere yönelmeleri.
Bu sadece ilkesel olarak yanlış değil, aynı zamanda verimsiz bir tutum. Otoriter laiklik, AKP’nin gelişiminde büyük rol oynayan muhafazakâr fakat liberal girişimcilerin direnişlerini güçlendirme eğiliminde. Bunun sonucu ise, zararlı bir tarihsel döngüye saplanıp kalmaktır.
Fakat meselenin öteki tarafında da bazı sorunlarla karşılaşılıyor. AB’nin birçok farklı etken tarafından yönlendirilmesi söz konusu. Bazı ülkeler -mesela İsveç gibi- Türkiye’nin AB üyeliğinin adanmış destekçileri. Bunun gerekçesi de iyi niyetli: AB’nin yumuşak gücünün yardımıyla Türkiye’nin demokratik gelişimini desteklemek ve bununla da dünyaya “medeniyetler çatışması” söylentilerinin yanlış olduğunu göstermek. Fransa gibi bazı ülkeler ise Türkiye’deki her problemi, Müslüman karşıtı bir söylemde kullanılacak bir bahane olarak ele alıyor.
Bütün bunlara rağmen Türkiye hakkındaki önyargıları durdurmaya yönelik mücadele, Türkiye’nin üyeliğini dert edinen AB ülkelerinin, kendi politikalarını yürütmeleri sırasında çok itinalı ve çok taktiksel davranışlarda bulunmalarına da neden olmamalı. Böyle bir davranış, geçen hafta İsveç meclisinin, Ermeni ve Süryanilerin Birinci Dünya Savaşı sonlarında soykırıma uğradıklarının kabul edilmesini isteyen bir teklife karşı tutumunda görüldü.
İlk aşamada sorun mantıklı bir şekilde bertaraf edildi: Bir meclis, tarihsel meselelerde taraf olmamalıydı. Fakat daha sonra gereksiz bir taktiksel endişeyle karara, “Şu aşamada henüz yeni başlamış ve hassas olan bu ulusal süreci kurcalamanın riskli olduğu” eklemesi yapıldı. Bu tür endişeler, AB üyesi ülkelerin dışişleri bakanları bir araya geldiklerinde, onların Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını eleştirmesini engellememeli.
Tavsiye Et
İngiliz Basını The Independent
Çeviri: Burcu Anatay
14 Haziran 2008 Başyazı
Avrupa projesinin en sadık taraftarları bile, AB’nin büyük hastalıklara duçar olduğunda hemfikir. Mesela AB’nin bazı faaliyetlerinin oldukça kötü olduğunu artık kesin olarak biliyoruz. Birliğin “Ortak Tarım Politikası”, milyarlarca avroyu, Avrupa’daki en zengin toprak sahiplerinden bazılarına teşvik sübvansiyonu olarak aktarıyor. Avrupa Komisyonu’nun hesapları ise adeta kötü bir şaka gibi görünüyor.
AB’nin anayasal geleceğini kurmayı ümit ettiği (hukuksal) bir platform olan ve hayatına eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing için abartılı bir gösteriş projesi şeklinde başlayan Lizbon Antlaşması bile, bu izlenimi ortadan kaldıramıyor.
Ancak İrlanda halkının 12 Haziran’daki oylamada Lizbon Antlaşması’nı reddetmesinin, bu hatalara verilen bir yanıt olduğunu gönül rahatlığıyla söylemek pek de kolay değil. Nitekim İrlandalı yorumcular da, Lizbon karşıtı kampanyanın başını çekenlerin gündemlerindeki derin çelişkilere dikkat çekiyorlar. Bu öncülerin bazıları tarım sübvansiyonlarını korumak istediler. Diğerleri ise vergilerin uyumlaştırılmasından korktular. Dublin bu referandumun sonuçlarını nasıl yorumlamak gerektiğini bilmiyor olsa bile AB’nin merkezi olan Brüksel bir umut taşıyor mu acaba? Detaylı antlaşmalar üzerine yapılan referandumların temel sorunu işte bu: Referandumlar az ve öz yanıtlar üretiyor; ancak bu yanıtların aslında ne anlama geldiğini çözmek zor oluyor.
Gelinen noktada geri adım atmak ve büyük resme bakmak zorundayız. Avrupa’nın 21. yüzyılda daha ciddi bir küresel rol oynaması konusuna önem veren herhangi biri, Birliğin karar vermekte daha etkili olması ve dünya sahnesinde daha net bir sesle konuşması gerektiğini kabul edecektir. Bunun için de Lizbon Antlaşması’nın, özellikle de Avrupa Konseyi’nin daimi bir başkanı olması, dış politikanın tek bir temsilci tarafından yürütülmesi, Komisyon’un daha etkin bir hale getirilmesi ve nitelikli çoğunluk seçim sistemine geçilmesi gibi hükümlerinin uygulanması lüzumludur.
AB üyelerinden 14 ulus-devlet antlaşmayı tasdik etti. İrlanda’nın reddinin, onların onayını geçersiz kılması için de geçerli bir sebep yok. İdeal bir karşılık olmanın yanından bile geçmese de, Komisyon’un (onaylamış ülkeleri çok ağır şekilde tahrik etmemesine rağmen) antlaşma üzerinde küçük düzeltmeler yapmak ve Dublin’e ikinci defa geri göndermek dışında uygulanabilir bir alternatifi de bulunmuyor. 2001’de Nice Antlaşması’nın onaylanması sırasında böyle bir şey yaşanmıştı. Ne yazık ki şimdi bunun tekrarlanmasına ihtiyaç duyuluyor.
Brüksel tartışmasız bir şekilde bu sonucu sadece İrlanda’dan gelen yersiz bir öfke çığlığı olarak görüp başından savabilir. Fakat Avrupa, 490 milyon vatandaşıyla bağlantılı bir meselede kesinlikle daha iyi bir iş çıkarmak zorunda. Bu da yalnızca endişe verici hoşnutsuzluk işaretlerinin görüldüğü İrlanda için söz konusu değil. Avrupa Anayasası’nın üç yıl önce yapılan referandumlarda Fransızlar ile Hollandalılar tarafından reddedilmesinin proje üzerinde yol açtığı sarsıntı hâlâ sürüyor. İrlanda’nın “Bay Hayır”ı Declan Ganley gibi seçim kazanmamış popülistlerini tartışmada bu seviyeye getiren de hissedilen bu “demokrasi açığı”dır.
Sorun mevcut boşluğun nasıl kapatılacağıdır. Öncelikle Brüksel’in faaliyetlerini mali açıdan temizlemesi gerekir. Birlik artık kendi kurtuluşunun da yolsuzlukları kontrol edebilmesine bağlı olduğunu kabullenmelidir. Ayrıca eski ve yeni üye devletlerden önemli ulusal politikacılar da seçmenlerine, AB’nin onların çıkarlarını genişletmek için nasıl hareket ettiğini açıklama hususunda daha fazla çaba göstermelidir. Bu da kamuoyunun, küreselleşmenin sert rüzgarlarına karşı duyduğu öfke için “Avrupa”nın uygun bir günah keçisi haline gelmesine izin vermemeleri anlamına gelmektedir. 12 Haziran, AB için kötü bir gündü. O yüzden AB taraftarları da mücadeleye vakit geçirmeden başlamalıdır.
Tavsiye Et