AKP’NİN kapatılmaması kararının verilmesinin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın karar öncesinde ifade ettiği gibi “kıyamet kopmadı.” Mahkeme’nin verdiği kararın, tüm tarafları memnun ettiği anlaşılıyor. Zira karar, hem istikrarın bozulacağına ilişkin karamsar senaryoları geçersiz kıldı, hem de herkese konuşacak bir şeyler bulma imkânı tanıdı. MHP ve CHP, hâlâ Mahkeme’nin AKP’yi 10’a 1 gibi bir sayıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak kabul ettiğini iddia ediyor ve bunun üzerinden siyaset yapmaya çalışıyorlar. Öte yandan da ikiyüzlü bir tavır takınarak, Anayasa’nın değişmesi gerektiğinden söz edip bu iş için destek verebileceklerini söylüyorlar. Ancak bu söylemlerini samimi bir destekten ziyade, siyasal bir şantaj haline getirdikleri de gözleniyor. AKP’nin bu konuda neler düşündüğü ise pek çok olayda olduğu gibi, şimdilik kamuoyunun meçhulü.
TSK, Memleketin Tek Sahibi mi?
1-4 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen Yüksek Askeri Şura toplantısıyla İlker Başbuğ’un yeni Genelkurmay Başkanı olması kesinleşmişti. 27 Ağustos’ta gerçekleştirilen törenle de, görev devir teslimi tamamlanmış oldu. Törende yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yaptığı konuşma ise üzerinde durulmayı hak eder nitelikteydi. Konuşma Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinden demokrasi anlayışına, entelektüel ortamdan dine, küreselleşmeden ulus-devlete varıncaya kadar pek çok konuda TSK’nın görüşlerini onun en üst düzey temsilcisinin ağzından duymak açısından önemliydi.
Konuşmadan çıkarılabilecek ilk sonuç, son yıllarda asker merkezli onca tartışmaya, MGK’nın sivilleştirilmesine yönelik girişimlere ve uygulamalara rağmen TSK’nın, kendisini memleketin tek sahibi olarak gördüğü ve kendisinden başka hiçbir kesimin memleketin geleceğini samimi olarak düşünmediğine ilişkin yaklaşımını hâlâ sürdürdüğüdür. Başka bir deyişle, devletin/ülkenin varlık sebebini ve devamını bütünüyle kendisiyle kaim gören bir bakış açısı hâkim Başbuğ’un konuşmasına. Kendisini her şeyin merkezine yerleştiren bir aktörün konuşması da, doğal olarak, memleketin geleceği için nelerin iyi nelerin kötü olduğunu, nelerin nasıl yapılması gerektiğini belirleyen ve kendi memuru/tebaası olarak konumlandırdığı kişi ve kurumların görev tanımlarını yapan, sınırlarını çizen bir içeriğe ve üsluba sahip.
Başbuğ ilk olarak küreselleşme süreçlerinin ulus-devletler üzerindeki etkilerini değerlendiriyor. Başbuğ’a göre, “Ulus-devletin çeşitli tehditler altında olduğunu söylemek ile ulus-devletin ömrünü tamamladığını söylemek farklıdır. Birincisini söylemek ne kadar doğruysa, ikincisini söylemek o kadar yanlıştır. Bize göre Türkiye’nin ulus-devlet yapısı tartışılacak ve tartışmaya açılacak bir konu değildir. Tartışmak, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü istememektir. Devlet içinde entelektüel tartışmaların yapılabilir olması, devleti ayakta tutan unsurların tartışmaya açılması anlamını da taşımaz. Ulus-devletlerin nasıl daha güçlendirilebileceğine dönük tedbir ve çareler üretmenin üzerinde durulması gerekir.”
Bu ifadeler, elbette Genelkurmay Başkanı’nın ülkenin karşı karşıya kaldığı meselelere ilişkin kişisel görüşlerini ihtiva etmekten çok daha öte anlamlara sahip. Başbuğ’un küreselleşme ve ulus-devlet bağlamındaki ifadelerinin yakınlarda yargılanmaya başlanacak Ergenekon davası sanıklarının eylemlerini meşrulaştırmak için geliştirdikleri söylemlerle benzerliği gözden kaçırılmamalı. Onlar da küreselleşme karşısında Türkiye’nin ulusal bütünlüğünün kaybolmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını düşünüp, bunu önlemek için de durumdan vazife çıkarmamışlar mıydı?
“Küresel Düşün, Ulusal Hareket Et”
İkinci ve daha vahim olan husus, konuşmanın Türkiye’deki entelektüel tartışma ortamının gündemini ve sınırlarını belirleme arzusu. Küreselleşme konusunda devamla söyledikleri, belki bu tartışmanın muhtevasına ilişkin de ipuçları sunuyor: “Küreselleşmeye toptan karşı çıkarak ülkeleri küreselleşmenin dışında tutmaya çalışmak gerçekçi değildir. Önemli olan ulusal kültüre ve menfaate zarar vermeden küreselleşmenin içinde yer almaktır. Bazı Avrupa ülkeleri ve ABD bunu çok iyi yerine getiriyor. Küresel düşün, ulusal hareket et.”
Başbuğ’un küreselleşmeye ilişkin, hem de “bazı Avrupa ülkeleri ve ABD”yi örnek vererek yaptığı açıklamaları, söz konusu ülkelerin aynı zamanda küreselleşme sürecinin belirleyicisi ve teşvikçisi olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Başka bir deyişle, bu ülkeler, küreselleşmeden gerek ulus-devlet ve gerekse de yerel kültür olarak etkilenen ülkeler değil sadece. Bu süreci bilinçli olarak tercih eden ve kendi ulusal iktisadi ve siyasal çıkarları için tüm dünyaya yaygınlaştırmayı bir siyaset olarak benimseyen ülkeler. Dolayısıyla onların küreselleşme konusundaki tavırlarının -olumlu ya da olumsuz anlamda- Türkiye için örnek olamayacağı açık.
Küreselleşme ile ulus-devlet ilişkisi bağlamında dikkati çeken bir diğer husus da, “ulusal kültür” üzerine yapılan vurgu. Korunması gerektiği vurgulanan “ulusal kültür” konusunda da Başbuğ, çelişik bir tavır sergiliyor. “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefi güden bir ülkede, “ulusal kültür”ün korunmasından söz etmek çok da kolay olmasa gerek. Aydınlanma düşüncesinin gereklerini -kimi zaman zecrî tedbirler uygulamak suretiyle- yerine getirirken korunacak bir “ulusal kültür”ün kalıp kalmayacağı da ayrı bir tartışma konusu. Bu noktada, gevşediği ya da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı düşünülen “ulusal kültür”ün cılızlaşmasının günümüzün bir meselesi olmadığı da ortaya çıkıyor. Bu konuda söylenebilecek tek şey; ANAP ve AKP iktidarı dönemlerinde bu çözülmenin çok daha hızlanarak gerçekleştiği.
Bu noktada, modernlikte geç kalmış ülkelerde, fakat özellikle de bu ülkelerin “modernleşmeci elitleri”nde görülen “modernleşme arzuları” ile “onun doğal sonuçlarından duyulan korku” arasındaki gerilim/çelişki Başbuğ’da da gözlenebilir. Bir yanda küreselleşmenin dışında kalınamayacağı iddiası, öte yanda bu sürecin “ulus-devlet” üzerindeki yıpratıcı/çözücü etkileri. Bir tarafta “ulusal kültür ve menfaatler”, öte yandan “ulusal kültür ve menfaatleri” oluşturacak tartışma ortamından duyulan rahatsızlık… Dahası, eğer bu ülkede bir kültür inşa edilecekse bunun en önemli araçlarından birisi olması kaçınılmaz olan “din” konusunda yine sınırlayıcı, baskılayıcı ve konumlandırıcı bir tavır… Bu gerilimin sonucu olarak da, Başbuğ, kendisinden önceki tüm modernleşmeci elitlere benzer bir öneride bulunuyor: “Ulus-devletlerin işlev sahası küçültülebilir, bunu yaparken devlet kurumlarının güçlendirilmesi zorunludur. Devlet, birey ve özgürlük kavramları var olabilmek için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Birinin diğerinin aleyhine genişlemesi her üçünü birden tehlikeye sokar. Bu hassas dengenin korunması demokrasiler için önem taşır. Bu görev de, siyasilerindir. Medyaya da sorumluluk düşmektedir.”
“Devlet kurumlarının güçlendirilmesi” önerisiyle, tartışma ortamı ve tartışmacılar üzerinde bir kontrol mekanizmasının sağlanmasından farklı bir şey önerilmiyor aslında. Konuşmasının diğer bölümlerinde sık sık vurguladığı “devletin bekası” kavramı, “devlet”i birey ve özgürlükten daha fazla öncelediğini de gösteriyor. Burada vurgulanan unsurlar arasındaki dengenin “devlet” aleyhine bozulmasının Başbuğ için kaygı verici olduğu anlaşılıyor. Ya diğer ikisi aleyhine devletin dengeyi bozması durumu? Bu konuda şiddetli bir itiraza pek rastlayamıyoruz.
Bu yaklaşım, yukarıda da belirtildiği üzere, modernleşmek zorunda kalan toplumların modernleşmeci elitlerinin genel bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Benzer bir tavır, 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmeci elitinin bu uğurda gerçekleştirdiği baskıcı uygulamalarda da kendini gösteriyor. (Benzer bir durumla Rus modernleşme tarihinde de mevcut.) Yeni Osmanlı ve Jön Türk hareketlerinde de idarenin/idarecilerin benzer “kendi başlattıkları modernleşme sürecinden duyduğu endişelerin ürettiği eylemleri ve söylemleri” görebiliriz. Buradaki endişelerin kaynağında, “kendi başlattıkları modernleşme süreci”nin nihayetinde yeni anlayışa uygun yeni bir elit sınıfının üreyeceği ve sonuçta mevcut elitlerin yerlerini bu yeni elitlere devretmek zorunda kalacakları endişesinin de çok önemli bir rol oynadığı açık.
Başbuğ’un konuşmasının bir diğer boyutu da, tüm ülke gerçeklerini ve zenginliklerini, TSK merkezli olarak değerlendirmesi. Bu, en bariz şekilde “din” konusundaki açıklamalarında görülüyor. Şöyle diyor: “Askerlik mesleği moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Din de moral değer olarak bir unsurdur. Atatürk 10. Yıl Nutku’nda, ulusal kültürün çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılmasını istemiştir. Bu da, toplumun tüm anlamıyla medeniyet seviyesine ulaşmasını gerektirir. Toplumun büyük kesimi endişe duymaktadır. Bu endişe ciddiye alınmalıdır. Dinî duyguların istismar edilmemesi gerekir.”
Bu noktada “din” gerek TSK için ve gerekse de tüm toplum için “işlevsel bir araç” olarak konumlandırılıyor. Bu faydalı aracı elden çıkarmak hiçbir zaman düşünülmez. Ancak bu toplumsal kurumun da hiçbir zaman kendisini “asıl aktör” konumunda görmemesi gerekir. Türkiye’nin on yıllardır yaşadığı gerilim de zaten “modernleşmeci elitler”in kendi kafalarında kurdukları bu zor(lama) dengenin, bir şekilde kendini “din”le tanımlayan toplum nezdinde pek kabul görmemesinden kaynaklanıyor.
Başbuğ’un konuşması, TSK’nın, en üst düzey temsilcisinin “memleket meseleleri” hakkında neler düşündüğünü takip imkânı vermesi açısından önemli ve faydalıydı. Ancak aynı gerekçe ve konuşmanın muhtevası nedeniyle, yaşadığımız sivil-asker ilişkisinde yaşanan iç gerilimin geleceği konusunda iyimser olmak için henüz çok erken.
Ramazan ayının ve bayramının ülkemizde, İslam dünyasında ve tüm dünyada hayırlara vesile olması dileğiyle…
Paylaş
Tavsiye Et