Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu
Senaryo: Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz Oyuncular: Tsilla Chelton, Derya Alabora
Yapım: Türkiye, 2008, 112 dk.
“Dağım nerede?”
“Hafıza Tanrı’nın insanlara bahşettiği en değerli armağandır” der Halil Cibran. Gerçekten de insanı tümüyle “kendisi” yapan, hafıza bahçesinin latif ya da dikenli ama “yalnızca o bahçeye has” çiçekleri değil midir biraz? Ancak insanın geçmişiyle sağlıklı bir yüzleşme gerçekleştirememesinden mülhem “hafızanın taşınamadığı” haller de vardır. Hafızanın nimet değil külfete dönüştüğü anlar… Yeni anılara yer açabilmek için hafızadan bazı yüklerin atılması, kısacası “unutma”nın farz olduğu dönemeçler… Kuşkusuz insan teki için geçerli bu haller çok daha fazlasıyla toplumsal hafıza için de geçerli.
Bulutları Beklerken ve Güneşe Yolculuk filmlerinden tanıdığımız Yeşim Ustaoğlu, filmografisinde etnik kimlikler ve tehcir gibi konularla “toplumsal belleği” temel alan ve “geçmişle yüzleşme” misyonu yüklenmiş bir yönetmen. Son filmi Pandora’nın Kutusu, kentli orta sınıf bir ailenin hikayesine odaklanıyor.
İstanbul’un farklı bölgelerinde yaşayan, her biri diğerinden farklı sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden habersiz, orta yaş ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı Karadeniz’in dağlarındaki köylerinden gelen bir telefon ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri Nusret Hanım kaybolmuştur. Annelerini bulmak için bir araya gelen üç kardeşin köye doğru metazori yolculuğu aile içerisinde saklı kalan pek çok sorunun, ortaya saçılmasına neden olur. Nusret Hanım’ı anlayacak tek kişi ise büyük abla Nesrin’in asi oğlu Murat olacaktır.
Hayatındaki her şeyi ve herkesi kontrol etmek isterken, insanlara “dokunabilmeyi” unutan Nesrin; onun, anne ve babası gibi olmak istemeyen, asi ruhlu ama “kayıp” oğlu Murat; dış görünüşündeki tüm güvene karşın hayatın karşısında zayıf gazeteci Güzin ve sistemin tümüyle dışında kalmayı, ailenin diğer üyelerinin tabiriyle “parazit yaşam”ı seçmiş Mehmet aslında kentli toplumun tüm nüvelerini içinde barındıran bir büyük “memleket resmi” oluşturur. Nusret Hanım ise Alzheimer’dır; ama unutmak -bilhassa da geçmişte eşinin onu bırakıp gidişini- onun bilinçli tercihidir aslında. Ailenin diğer fertlerine göre şanslıdır, çünkü onun çıkıp, kendisini bulacağı ya da “kaybedeceği” bir dağı vardır.
Pandora’nın Kutusu, Tsilla Chelton’ın canlandırdığı, hastalanınca İstanbul’daki çocuklarının yanına yerleşen “Derzu Uzalavari” Nusret karakterinin kent hayatına uyumsuzluğu üzerinden bir yandan kapitalist yaşam tarzı ve hızlı kentleşmenin insanlar üzerindeki tahribatını anlatırken, bir yandan da onun hafıza problemleri üzerinden geçmişi hatırlamayan ya da hatırlamak istemeyen “Alzheimer bir toplum” alegorisi kuruyor. Ancak Ustaoğlu’nun bu büyük resmi oluştururken, tüm karakterlerini derinleştirmeyi ve onların mevcut hallerinin sebebi hikmetini izleyiciye hissetirebilmeyi başardığı pek söylenemez. Bu anlamda Ustaoğlu’nun son filminin “Pandora’nın kutusunu tam açmadan, sorunları çözmeye çalışmak”la malul olduğu söylenebilir. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Orson Welles Oyuncular: Orson Welles, Nat King Cole
Yapım: ABD, 1941, 119 dk.
Sinemaya özellikle kurgu, kamera açıları, alan derinliği ve makyaj gibi teknik konularda önemli yenilikler getiren Yurttaş Kane, sıfırdan başlayarak zirveye ulaşan zengin medya patronu Charles Foster Kane’in çalkantılı hayatını konu alır. Kane’in ölmeden önce söylediği son söz “Rosebud”ın anlamını araştıran genç bir gazeteci, yakınlarıyla temas kurarak Kane’in geçmişine tanıklık eder. “Eksik yapboz parçası” görevini üstlenen Rosebud, filmin merak unsurudur. İktidarın doğası ve kapitalist yaşam tarzının insan teki üzerindeki yıpratıcı etkisine odaklanan filmde, Rosebud hiçbir zaman geri gelemeyecek “kayıp çocuk düşler”inin simgesidir.
Sinemanın dâhi çocuğu Orson Welles’in ilk uzun metrajlı filmi Yurttaş Kane, başarılı senaryosu ve öykü anlatımı, derinlikli karakter yaratımıyla “sinema tarihinin en iyi on filmi” listelerinde her zaman ilk sıralarda yer alan bir klasik. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Semih Kaplanoğlu Oyuncular: Başak Köklükaya, Melih Selçuk
Yapım: Türkiye, 2008, 102 dk.
Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta-Süt-Bal üçlemesinin ikinci ayağı olan Süt’te, Yusuf ergenlik dönemini şair olma sevdası ile donatır. Liseyi bitirdikten sonra Ege’nin bir kasabasında annesiyle süt ve süt ürünleri satarak hayatlarını devam ettirirler. Ataerkil bir kimlikle annesinin sırtındaki yükü paylaşarak pazarlarda ve kapı kapı dolaşarak sokaklarda süt satan Yusuf, sorumlulukları ile hayalleri arasına sıkışmıştır. Yumurta’da şair sıfatıyla şehirden taşraya dönen karakter, Süt’te yeni yetmelik hali ile dik durmaya çalışır. Bir şiirinin ünlü bir dergide yayınlanması ile annesine dair yaşadığı sorumluluk duygusunun kırılması eş zamanlıdır. Annesinin istasyon şefi ile yaşadığı müphem ilişki Yusuf’un iç dünyasında tepkisel bir boyut kazanır. Annesinin elinden alınması ile kendi iç dünyasına uygun anlamlandırılacak bir kopuş yaşar. Kendisini frenleyerek sessiz ve uzaktan takip ettiği ilişki, arzuladığı otonom yaşamının ilk habercisi olur ve hayaline yaklaşırken içerisinde debelendiği dünyanın dışına doğru güçlü bir adım atar. Kaplanoğlu, Yusuf’un yaşadığı içsel kıvranımları, sözden uzaklaştırıp imgelere yaklaştırırken görünenin bir adım daha ötesine geçerek metafizik bir boyuta ulaşır. Süt ile kurduğu bağın varoluşsal çağrışımları, Yusuf’un iç dünyasının sessizliğini güçlü bir metafor olarak kuşatır. Açılış sahnesinde çarpıcı bir boyutta işlenen süt ile yılan ilişki ise sessizliğe gömülü dünyalardaki arınmanın, temizlenmenin, ferahlamanın bir temsilidir. Bu arınmanın şifalı tezahürü olan Kemal ise insanın içerisine hapsolan yılanı çıkartan, ehilleştiren, kontrol altında tutan mistik bir gönderme olarak sunulur.
Süt hem içerik hem de biçim anlamında oldukça zengin bir film. Yusuf’un iç dünyasına yaptığı yolculuğunda diyalogsuz ilerlerken bir insanın neredeyse gerçek zamanlı serüvenine ortak oluyoruz; sıkıldığı kadar sıkılıyor, sevindiği kadar seviniyor, boş verdiği kadar boş veriyoruz. Bir karakter için biçilen süreye eş zamanlı olarak ortak olduğumuz hissiyle filmi izliyoruz. Yönetmenin dünya sinemasına yaptığı göndermelerle zenginleştirdiği filminde değerli olanı alıntılamak adına Tarkovski’nin de izlerini görmek mümkün. Senaryosu ve gelenekle kurduğu güçlü bağı sayesinde Semih Kaplanoğlu’nun filmleri, Bal ile birlikte özgün bir üçleme olacağa benziyor. Yusuf’un izlemeye sondan başladığımız hikâyesinde Bal ile daha evveline gideceğimizi biliyor ve izlediğimiz iki filmden yola çıkarak yine imgesel bir anlatımla donatılacağını umduğumuz Bal’ı merakla bekliyoruz. /Esra Bulut
Tavsiye Et