NERON, Eski Roma’yı yakıp soylular için planlı bir kent yapmıştı. Peki, bugünün kenti soylulaştırma modeli ile Neron’unki arasında nasıl bir fark var?
Gazetelerde Balat’ta çöken bina ve İtalyan piyano öğretmeninin trajik ölümüyle ilgili haberin yanında binanın neden çöktüğüne dair yetkililerin açıklamalarını görünce, tüylerim diken diken oldu. Piyano öğretmenine mezar olan bina bakımsızlıktan çökmüş. Çöken evin yanındaki bina sakinleri de tehlike altında. Elli senedir aynı evde oturan kişiler ya evlerini terk edecekler ya da ölümü göze alacaklar…
Belediye Başkanı’nın belirttiğine göre “Koruma Kurulu izin vermediği ve tescilli kültür mirası oldukları için” bu tarihî binalar tamir edilemiyormuş. Buna benzer açıklamaları yöneticilerden sıklıkla duyuyoruz. Ne zaman bir tarihî bina çökse veya binalardan kopan parçalardan dolayı bir acı olayla karşılaşılsa, yöneticiler koruma kurulları izin vermediği için bu tür bir olayla karşılaştıklarını söylüyorlar. Deprem riski karşısında da benzer görüşler dile getiriliyor. Bu durumda akıllara şu sorular geliyor: Acaba bu tür riskleri engellemek için bir çare yok mu? Halka çivi çakmayı bile yasaklayıp, sonra binaları bakımsızlıktan iyice çürütmenin kültür mirasını korumakla ne ilişkisi var? Neden kamu yönetimleri halka yol göstermek, destek olmak yerine, yalnızca yasaklamayı biliyor? Örneğin Kadir Topbaş’ın Beyoğlu Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde en az iki yıl boyunca sokak sokak çalışıldı. Düşmeye hazır taşlar, yığma yapıların gayet kolay okunabilir taşıyıcı sistemlerindeki bozulmalar, binalarda yapılan değişiklikler gözlemlendi ve belediye bütçesinden bir kuruş para harcanmadan semtlilerin bilgi sahibi olması ve adımlarını uzmanlarla ilişki kurarak atmaları sağlandı. Planlama işte böyle bir şey. Elde sihirli bir değnek yok.
Eski Roma’dan Günümüze…
Bu olan biteni görünce aklıma tarihçi Plinius’un tasvir ettiği Eski Roma geldi. M.S. 1. yüzyılda Roma’nın nüfusu çok artmış. Dünyaya hükmeden imparator, kente hükmedemez olmuş. O kadar ki, yasaklamasına rağmen yüksekliği yedi kata ulaşan ahşap binalar yapılmaya başlanmış. Bu binalar bakımsızlıktan çürüdüğü için Plinius Roma sokaklarının riskli hale geldiğini, halkın binalar üzerlerine çökecek diye korktuğunu söylüyor. Klasik Roma tarihi yazarı Jerome Carcopino’nun aktardığı bilgilere göre, bugünkü modern şehrin kuruluşuna yol açan birçok gelişmeyi Antik Roma’dan beri gözlemlemek mümkün: Şehri oluşturan yapı morfolojisinin ikili bir özelliği var. Birincisi “İnsula”lar (Antik Roma’ya has çok katlı bir yapı çeşidi), plansız yapılan konutlar. Tıpkı İstanbul’da, örneğin Zeytinburnu’ndaki binalar gibi kendiliğinden gelişen, betonarme olmadığı için ahşaptan yapılan çok katlı konutlar. Bunların Eski Roma’da yangınlarla veya çökerek can kaybına yol açtıkları biliniyor. İmparatorlar, muazzam askerî güçlerine rağmen, planlı kentleşmeyi ancak soylulaştırma ile sağladıkları için şehirdeki gelişmeleri denetleyemiyorlar. İkincisi ise M.S. 63’te, yangından sonra Neron’un da yaptığı “Domus”lar. Bu binalar bizim “gated/kapalı” yerleşim alanlarına benziyorlar ve doğal olarak yoksullar için değil, soylular için yapılıyorlar. İlginç olan ise “İnsula”ları yapanların “Domus”larda oturmaları. Doğal olarak bütün şehri “Domus”larla, yani planlı yapılarla donatmak mümkün değil.
İstanbul’da yetkililerin öngördüğü “dönüşüm” de esas olarak kentin Eski Roma’daki gibi “Domus”larla donatılmasını, yani yoksulların ya vahşi koşullarda yaşamalarını ya da kent dışına atılmalarını getiriyor. Artık yalnızca soylular, zenginler değil, halkın da planlı konutlarda oturması hedefleniyor. Görüldüğü gibi Roma’da olanlar ile İstanbul’da olanlar arasında benzerlik var. İstanbul’un 19. yüzyıldan itibaren planlanma biçimi, yönetimler tarafından ele alınışı ile diğer Avrupa başkentlerinin modernleşmesi arasında büyük bir fark yok. Paris’te Baron Haussmann’ın öngördüğü gibi planlama, yapı adası düzeyinde gerçekleşen bir operasyon. Tıpkı İstanbul’u 1937’de Henri Prost’un düzenlemeye çalışması gibi. Bu planlama anlayışı, kenti imar planları yöntemiyle tıpkı bir eşya tasarlar gibi yeniden biçimlendirmeye çalışıyor. Halbuki kent, içinde çok farklı dinamiklerin olduğu, karmaşık bir olgu. Bu nedenle nesne olarak kenti planlamak imkansız. Bireyleri dikkate almayan planlama anlayışları kentin sosyal dokusunun, sivil hayatının ve demokrasinin çökmesine yol açıyor.
Soylulaştırmadan Başka Model Yok mu?
Gazetede yer alan haberi ve Belediye Başkanı’nın bu açıklamasını görünce, konuyu bir de bu açıdan, yani farklı bir model üzerinden tartışmanın gerekli olduğunu düşündüm. Öncelikle tescilli binaların da “rehabilite” edilerek sağlamlaştırılabileceği biliniyor. Yapıların çoğunda risklerin, uzman kullanmadan taşıyıcı sistemde gerçekleştirilen değişiklik, izolasyon bozulması, bağlayıcı malzemeleri çürüten rutubet, aşırı yükleme, komşu parseldeki inşaat kazısı gibi nedenlerle oluştuğu düşünülürse, yönetimlerin yasaklamak yerine yardımcı olması ile bu sorunun ortadan kalkacağı söylenebilir. Nitekim Avrupa Komisyonu ve UNESCO tarafından desteklenen Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi’nde semtteki birçok ev restore edildi. Üstelik mülk sahipleri değişmeden, evlerini satmaya zorlanmadan gerçekleştirildi bu iyileştirme. Önce fizibilite çalışması yapıldı, ihtiyaçlar saptandı. Sonra şeffaf bir şekilde ihaleler yapıldı. Semtte bir tasarım merkezi kurularak, sosyal amaçları da olan katılımcı bir proje süreci gerçekleşti. Ancak yönetim değiştikten sonra belediye, kendi patronajında olmayan ve çok da başarılı yönetilemeyen bu projeden pek memnun olmadı. Sözleşmeye göre bütçeye yapması gereken katkısını kaldırım döşemek, yolları kaplamak gibi ayni konularda yaptı. Ama bu tür bir proje ilk defa gerçekleştiriliyordu ve iyi tanıtılmadı. Bu yüzden ortaya sürekli söylentiler yayıldı ve halkın evlerine el konulacağı iddia edildi. Projenin sonunda bu söylentinin aslının astarının olmadığı görüldü. Ama bu eksiklikler, kâr amacı gütmeyen, insanları yaşadıkları mahalleyi terk etmeye zorlamayan bu AB projesinin İstanbul için bir örnek oluşturmasını engelledi.
Nitekim bu proje sona ermeden semtin bir bölümü “yenileme alanı” ilan edildi. Yeni projeye göre semtte yaşayan insanların ya evlerini satmaları veya bir yatırımcı gibi hissedar olmaları gerekiyor. Tahmin edilebileceği gibi yenileme uygulaması, evlerin restorasyonundan çok yıkılarak yeniden inşa edilmelerini öngörüyor. Çünkü evlerin tamir edilmeleri ticari açıdan kârlı değil. Bu durumda değişimin bir soylulaştırma ile, yani semtte yaşayan yoksul insanların evlerini terk etmeleri ile gerçekleşmesi kaçınılmaz. Kâr amaçlı bir değişim semtlilerin ekonomisinin kaldırabileceği bir durum değil. Bu yüzden yoksul semtlere göç etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla aslında bu model, yeni bir model değil. Kentin yapı stoğunun eskiden olduğu gibi, basit inşaatçı mantığı ile dönüştürülmesini hedefliyor. Kamu bir kenara çekiliyor, halkı şirketlerin insafına bırakıyor; elbette ki mal sahiplerinin, kiracıların yaşam koşullarını altüst ederek. Bu nedenle bugün yalnızca fiziksel mekana müdahale ederek gerçekleştirilmeye çalışılan bu dönüşümün daha önceki uygulamalar gibi sosyal bir tarafı da bulunmuyor.
Bu Modelle Kent Neye Dönüşür?
Sonuçta İstanbul’da yaşanan kentleşme sorununun temelinde modernleşme sürecinde kent siyasetinin merkezîleşmesi var. İstanbul’un sorunları, siyasetin merkezîleşmesi sürecinde ortaya çıktı. Siyaset merkezî alana taşınıyor ve kentle hiyerarşik, kent halkını nesneleştiren bir ilişki kuruluyor. Türkiye’de yıllardır kentleşme sorunlarının temelinde göç, yoksulluk, yolsuzluk, çevre, planlama, dışlayıcılık, şiddet, kısacası konu ne olursa olsun, siyasal bir sorun var. Kentsel hareketlilik düzenlenmezken, iş iyice çığırından çıkmışken, yönetimler 19. yüzyıldan kalma planlama modeliyle kenti biçimlendirmeye çalışıyorlar. Bu nedenle bugün kentte uygulanan yenileme modelinin günümüz şehirciliğiyle, kamu yönetimi anlayışıyla bir ilgisi yok. Kamu üçüncü taraf olmaktan çıktığı, kenti şirketlere terk ettiği için bu dönüşüm modeli büsbütün vahşileşiyor. Soylulaştırma ile dar bir açıdan ve halkı nesne gibi gören bir yaklaşımla gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşüm, Neron’un Roma’yı yakmasına ve yerine “Domus” yapmasına benziyor. Bu vahşi modele karşı AB programları ile tarihî kentlerde gerçekleştirilen uygulamalara da yeniden bir bakmamız ve fiziksel mekana müdahale ederek yaşam çevresini dönüştürmeye çalışan yaklaşımlara karşı alternatif geliştirmemiz gerekli.
Paylaş
Tavsiye Et