KENTSEL ayrışmanın kentsel mekanın doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Çünkü kent, benzerlik ve farklılık gibi iki temel kategoriye yol açar. Kent belli bir kültür ve yaşantı temelinde bir birlik tesis etmekte ve yaşamı sürekli hale getirebilmektedir. Ancak yaşamın süreğen halinde değişimler, farklılaşmalar olagelmekte ve kent de bundan nasibini almaktadır. Bir kapısı birliğe diğer kapısı farklılığa açılan kent, böylece mekansal ayrışmanın alanı olabilmektedir.
Kentsel ayrışma her ne kadar kadim bir olgu, kentin süreğen halinin bir uzantısı olsa da günümüzde daha değişik bir analizin konusu. Kentsel ayrışma yeni düzlemde, kentin kendi dışındaki yerlere karşı konumundan yahut kendi iç yapılanmasını doğal bir süreçte gerçekleştirme durumundan kaynaklanan farklılaşma üzerine yoğunlaşmıyor. Kentin sınıflar, kültürler (ve alt kültürler), aktörler, gruplar, cemaatler tarafından bölüşülmesi, kısmen kentsel bütünlüğün parçalanması yahut bir başkasına karşı aldığı konuma karşılık gelmesi, kentsel ayrışmanın odaklandığı husus. Özellikle maddi ve kültürel sermayenin tekelleşmesi ve belli gruplarca paylaşılması; politik, ekonomik çıkar ve rant hesapları; kentin daha rasyonel dolayısıyla ekonomik kullanımı gibi değişik faktörler, kentsel ayrışmanın temellerini oluşturuyor. Dolayısıyla kentsel (ve mekansal) ayrışma, toplumsal yapıdaki sınırların, farklılıkların, ayrışmanın, tabakalaşmanın, sınıflaşmanın, bölünmenin açık bir göstergesi. Kentsel ayrışmanın yeni biçimleri ise bu temeller üzerinde küresel sürece eklenerek varlık kazanıyor.
Kentsel ayrışmanın yeni biçimleri, gerek Türkiye gerekse diğer ülkelerin kentleri göz önüne alındığında, kentsel gelişmenin doğal yönelimi ve gelişiminden farklı bir şekilde oluşuyor. Kuşkusuz bu yeni biçimlerin oluşum hikayesinde pek çok faktör etkili. Belli bir siyaset ve dizge yahut bir el, yeni zamanların yeni kentini kurmak için yoğun bir çaba harcıyor. Hayli heyecanlı ve iştahlı bir dizge bu. Belli bir plan, tasarım, proje çerçevesinde kentin altını üstüne getiriyor; kendi yolunu çizme, kendi mekansal seçeneklerini oluşturma hakkını kentin elinden alıyor. Baştan belirleyici ve tepeden inmeci biçimde arzı endam eden söz konusu dizge, küresel rüzgarın gücü ile İstanbul’dan tüm Anadolu kentlerine ve hatta bütün dünya kentlerine uzanabiliyor. Yeni biçimler, tıpkı belli bir yapılaşma niteliği gösteren bir mahallenin ortasına elli katlı bir gökdelenin yahut geniş otoparkı, yüzlerce dükkanı, albenili vitrinleriyle bir alışveriş merkezinin dikilivermesi gibi ne yazık ki, iğreti ve uyumsuz. Kente, kent yapısına ve kent kimliğine rağmen bir uç verme; yeni zamanlarda kent siluetine yeni (ama aykırı, ama ucube) organların eklenmesi… Kent terazisini sarsma, kentsel dengeleri altüst etme... Çünkü adaletsiz, kendine buyruk, gücün boyunduruğunda yol alıyor ve yapıyı dağıtıyor. Kentsel ayrışmanın yeni biçimlerinin arka planında yatan yeni yönelimleri görmek, meselenin özünü yakalama bakımından elzem.
Kentsel ayrışmanın yeni biçimlerinin oluşma ve yaygınlaşma süreçlerinin en net izleneceği meselelerden biri kentsel dönüşüm. Kentleşme sürecinin bir boyutunu temsil eden kentsel dönüşüm, büyük oranda bir politika ve dizayn özelliğiyle dikkat çekiyor. Kentsel dönüşümün aktörleri arasında bürokratik kurumların, belediyelerin ve büyük şirketlerin bulunması manidar. Bu yönüyle kentsel dönüşümün kentin kendince dönüşmesi olmadığı aşikâr. Tarih boyunca hep dönüşmüş olan kentler, yeni küresel süreçte dönüşmüyor, dönüştürülüyor. Dolayısıyla bir kentsel dönüşmeden çok kentsel dönüştürmeden söz etmek daha doğru. Kentsel dönüş(tür)me bir anlamda değişimin yönünü tayin ederek, kenti daha rasyonel kullanımın nesnesi kılıyor.
Sözü edilen aktörlerin, kenti hangi esaslar ve temeller doğrultusunda dönüştürdüğü ise başlı başına bir meseleler yumağı. Bu aktörler genel bir kent bilincine sahip mi; kent kimliği hakkında ne düşünüyorlar? Kentin ruhuna ve aktör olma yönüne ilişkin bir fikirleri var mı? Yoksa hoyrat bir şekilde sadece proje, pazarlama ve rant kelimelerinin çerçevesini çizdiği bir dünyaya mı kulak kesilmişler? Kent ne kadar bu aktörlerin gözünde insanın hayat bulduğu bir kültür ve medeniyet iklimi? Kentin doğal seyri hakkında bir fikirleri var mı; yoksa onlar için öyle ya da böyle politikaların uygulama yeri mi, yani bir yaz-boz tahtası mı kentler? Yoksa çağdaş projeciliğin tüm açmazlığına ve kibrine sığınıp, homurdana homurdana Turgut Cansever’e, Sezai Karakoç’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, dolayısıyla kenti bir ruh iklimi olarak vasıflandıran söyleme pişkinlikle sırt mı dönüyorlar? Kentsel dönüşüme, bir dönüştürme projesinin duymak istemediği sorularla yaklaşmak, hakkaniyetli, adil ve nefes alınabilir bir kent kurma eyleminin vazgeçilmez ödevi.
Kentsel ayrışmanın yeni biçimlerinden bir diğeri ise soylulaştırma/seçkinleştirme kavramının anlam haritasında izlenebilir. Temelde bir ayrışma dürtüsünden, kentsel yapıyı sosyo-politik, ekonomik, etnik ve kültürel eksende bölme refleksinden mülhem icat edilen bir proje olarak sürdürülen soylulaştırma/seçkinleştirme, kentsel dönüşümün önemli bir boyutu olarak işlev görüyor. Kentin eski ve tarihî semt, bölge, sokak ve mahallelerinin restore edilerek belli sınıfların hizmetine sokulması, söz konusu mekanlarda sadece belli gelir ve kültür seviyesine sahip insanların bulunmasını zorunlu kılıyor. Öteden beri kent merkezleri, zenginlerin çevreye ve banliyölere çekilmelerine paralel bir şekilde yoksul, alt kültür grupları, hemşeriler yahut değişik küçük etnik yapıların yerleşmesine sahne oluyor. Her türlü zenginliğin çekilmesine bağlı olarak da bu bölgeler harabeleşiyor, köhneleşiyor. Ancak merkezi oluşturan eski, yıpranmış, harabeleşmiş mekanlar, küresel-kapitalist sürecin iştahını kabartmaya başlamasından sonra yoğun bir taleple karşılaşıyor. Terk edilen tekrar hatırlanıyor. Ancak bu hatırlama, bölgeyi kent hayatının genel yapısı ve ruhu ile donatmaya dönük bir düşe sahip değil. Aksine yeniden çekim merkezi haline gelen bu tür bölgelerin, bir rant sağlama güdüsünün ilgisine girdiği görülüyor.
Önce bu yerlerdeki insanlar yerlerinden edilip, kentin uzak bölgelerinde kendileri için yapılan toplu konutlara yerleştiriliyor. Sözü edilen sınıflardan ve gruplardan boşaltılan, arındırılan mekanlar büyük restorasyon sürecinden sonra sterilize edilip ve hijyenleştirilip yeni sakinlerine, sınıfsal ve kültürel özellikleri bir hayli değişik gruplara pazarlanıyor. Böylece maddi ve kültürel sermaye bakımından üst sınıfları oluşturan insanlarla dolan soylulaştırılmış mekanlar, kentsel mekanda farklı bir esinti ve adacık olarak yeni bir kimlik kazanıyor. Hayata dâhil olamayan, hayattan kopartılmış birer müze-şehir ve müze-mekan olma kaderi ile baş başa kalıyorlar.
Kentsel ayrışmanın yeni biçimlerinden biri de son yıllarda yoğun bir şekilde tüm şehirlerde artış gösteren ve büyük bir talep patlamasına yol açan güvenlikli siteler. Literatürde gated (kapalı) yerleşmeler, kapalı cemaatler, lüks konutlar, refah adacıkları gibi değişik kavramlarla adlandırılan söz konusu konut bölgeleri, ayrışmanın yeni, gözde biçimi olarak varlık kazanıyor. Kendini bulunduğu bölge ve kentsel yapıdan belirgin bir şekilde, değişik alternatifleri kullanarak ayrıştıran, otonomlaştıran, farklı bir yere yerleştiren bu yapılar; duvarlar, kameralar, güvenlik görevlileri, kimlik kontrolleri gibi mekanizmalarla kent hayatının yeni bir katmanı olarak dikkat çekiyor. Bu yapılar, kente karşı bir konum elde etme direncinin ve seçkinciliğin mekana yansımasının bir resmi. Ötekileştirilen, tehlikeli kalabalıkların cirit attığı bir alan şeklinde resmedilen kent, yaşanması imkansız bir mekan bu zihniyete göre. Sözde tehlikeyi sezen maddi sermaye sahipleri, seçkinler, aydınlar kendi yaşam alanlarına çekilerek, kenti daha boğucu, daha yaşanmaz bir konuma itiyor. Oysa aslolan kentten kaçmak ve kopmak değil, kentin genel ortamının düzeltilmesi, refahın ve adaletin bütün bir kent arasında bölüştürülmesi. Bir kent insanı olarak kimlik kazanan burjuva, bu tavrıyla nasıl bir çelişkiye düştüğünü hesap etmek zorunda.
Kentsel ayrışma ve yeni biçimlerinin oluşma ortamı, çok yönlü, çok faktörlü sürecin bir ürünü olarak görülmeli. Kentsel ayrışma, bugün küresel sürecin tahakkümü altında sürdürülen bir politika izlenimi veriyor ve onun bütün yeni biçimlerinin ardında büyük oranda rantiyecilik, tüketim ideolojisi, kentin imkanlarının belli gruplar arasında pay edilmesi yatıyor. Kent bir insan kümesi, değerler dünyası, benzerlik ve farklılıkların harmonisi, ruh iklimi, yaşam alanı yönüyle değil, sadece işlevleri ve avantajlarıyla bir karşılık buluyor. Kent ayrıştırılan, kompartımanlara bölünen, yapısal özellikleri dağıtılan ve adeta bir ruha ve hayata sahip aktör olmaktan uzaklaştırılan yeni bir düzleme oturtuluyor. Hayatı güzelleştirme, çekip çevirme, taşıma, saklama ve yeniden üretme vasfı elinden alınan, pasif, sünepe, mahkum ve mağdur bir yaratık haline dönüştürülüyor. Oysa böyle bir tavır sadece kente değil, doğrudan insana kastediyor.
Paylaş
Tavsiye Et