ŞÖYLE bir istiare-i temsiliye’de bulunalım: Bir arkadaşımızın hasta olduğunu düşünelim; etrafında bekleşen yakınları ve dostları hastalığın teşhisi için değişik görüşler ileri sürerken, aralarında bulunan, güngörmüş, benzer olaylar hakkındaki teşhislerinde bazen isabet ettiği bilinen ve topluluk nezdinde belirli bir saygınlığa sahip yaşlıca bir kişi (kadın ya da erkek), tıbbî terimleri de içeren bir betimlemede ve sonucunda da bir yargıda bulunsa; kısaca hem hastalığı teşhis etse hem de bu teşhise uygun bir tedavi önerse... Halk arasında, eğitime (talim) değil yalnızca günlük deneyime bağlı olduğundan kocakarı teşhisi ve tedavisi denilen bu süreç tamamlandığı sırada, tam o anda, içeriye tıp eğitimi almış, mesleğinde tecrübe sahibi bir tabip girse; topluluk içinden biri kalkıp bir önceki kocakarı teşhisini özetleyerek tabibe “Ne dersiniz?” diye sorsa, tabip nasıl davranmalıdır? Hiç şüphesiz önünde duran hastanın hastalığını teşhis etmek, kısaca olgu ya da olayla bizzat muhatap olmak ile kocakarının teşhisi üzerinde konuşmak arasında alacağı tavır, tabibin şahsiyetini, mesleğine ilişkin mensubiyetini, her şeyden önce de tıbbî ehliyetini gösterecektir. Bir olgu ve olay üzerinde yapılan bir yorumu incelemek, tartışmak ile bizatihi o olgu ve olayla muhatap olmak arasında, en azından, bir metni aracılı ya da aracısız okumak, Tanrı’ya doğrudan dua etmek ile bir rahibi vesile kılmak kadar fark vardır.
Bu istiare-i temsiliye, Türkiye’de tarihimiz hakkında, son günlerde, günlük gazetelerde yapılan bazı yorumlar üzerine “ne düşündüğümü” öğrenmek için elektronik posta gönderen dostlarımın isteklerini temsil etmek üzere tasarlandı. Başkalarının yanlışlarını tespit etmekle uğraşırken kendi doğrularını ortaya koyamayan insanların tavrına benzetilebilecek bu istek, aynı zamanda kendini başkalarına karşı konumlandırarak tanımlama uğraşısının bir sonucudur ve cedelî (diyalektik) bir yönteme dayanır. Burada kullanıldığı anlamıyla cedel, bir olgu ve olay hakkında öğrenirken ya da düşünürken, doğrudan o olgu ve olayın kendisine yönelmekten çok, o olgu ve olay hakkında başkalarının ne dediğini eleştirerek bir fikir sahibi olma uğraşısıdır. Bu tür insanlar, kendilerine bir şey hakkında soru sorulduğunda, şey’in kendisinden çok, o şey hakkında başkalarının söylediklerini öne çıkartır ya da eleştirirler. Bu yöntemin, genç yaşta, öğrenirken ve öğretirken yararlı olduğunu dile getiren İbn Sina, ekler: Belirli bir yaştan sonra bu tür bir öğrenme tarzı, şey hakkında hakikati (burhan) değil, başkalarının o şey hakkında ne düşündüğünü ya da ne düşünmediğini verir; bu nedenle yalnızca zaman kaybıdır. Durum buysa şu soruyu sorabiliriz: Niçin bu tür bir duruma düşülmektedir? Bu çerçevede, bu soruya verilen aşağıdaki yanıtlar, elektronik posta gönderen dostlarımla bir tür açık bir sohbet olarak düşünülebilir.
Her şeyden önce şunu vurgulamakta yarar var: “Malumatın yanlış olduğu yerde yorum üzerinde konuşmak, abesle iştigaldir”. Öte yandan söz kadar sözün sahibi de önemlidir; bu nedenle, İblis’in “Tanrı Bir’dir” deyişi bile ihtiyatla karşılanmalıdır. Bu tür bir bakış, daha baştan bir tür niyet okuması olarak görülebilir. Ancak, günlük hayatta yalnızca şeyin hakikatine ilişkin bilgi sahibi olmak yanında bu bilginin davranışını, başka bir deyişle, siyasetini de edinmek; bir tür, davranışta firâset sahibi olmak gerekir. Firâset, bir terim olarak, bir kişinin dış görünüşüne, davranışlarına (zâhirine) bakarak, iç görünüşünü (bâtınını) zan yoluyla bilmek anlamına gelir. Elbette, zan, kesin (yakin) bilginin bir alt türü olmakla birlikte, başkasını belirlemez (ilzam), ancak kişiyi davranışlarında ayık tutar, hakikati koruyan siyaset sahibi kılar.
Öte yandan, konumuz çerçevesinde, bir şey’in hakikati yoksa, sureti olmaz; sureti olmayan bir şeyin de bilgisi (ilmi) bulunmaz; kısaca, mahsus olmayan makul hale gelmez; makul hale gelmeyenin de bilgisi ortaya çıkmaz. Bu nedenledir ki, Tanrı’nın, Ruh’un ve Aklın ilminden değil, marifetinden bahsedilir; çünkü mahiyetleri bilinmez, çünkü suretleri yoktur; çünkü mahsus değillerdir. Bu çıkarımın sonucu şudur: Türkiye’de, tarihimiz mahsus olmadığından, makul değildir; makul olmadığından da bilgisi yoktur; ya mitolojik bir söylentidir; ya psikolojik bir avuntudur; ya da akademik bir gevezeliktir; ama her halükârda idrak değildir; eğitim (terbiye) ve öğretimin (talim) ve erdemimizin (edeb) içine yedirilmiş, eritilmiş bir halde bulunmadığından da davranış haline gelmemiştir. Bu nedenledir ki, idrak ve davranış haline gelmediğinden, Türkler kendi tarihi içinde değil başkalarının tarihleri içinde yaşamaktadırlar. Bu durumu en güzel, aynı kültür ve tarihe ait, herkesin bilmesi gereken bir konudan konuştuğunuzda bile yanınızdakinin, sanki yabancı bir kültürün tarihinden bahsediyormuşçasına, “Yazın da öğrenelim!” deyişi özetler. Kendisi hakkında bir idraki bulunmayan kişi, ne kendisine ne de tarihine saygı duyar; başka milletlerin kültür ve tarihlerinde yanaşma, sığıntı olarak yaşar.
Yenilmiş, yok edilmiş üç-beş Kızılderilinin Türk olduğunu kanıtlamak için uğraşanların, Selçuklu-Osmanlı çizgisi için tereddütsüz “Türk değiller; ya Fars ya da Bizans’tırlar” deyişleri, yalnızca cehaletle, hatta gafletle açıklanamaz; tersine kendinden derin bir kaçışın ve ihanetin sonucudur. Çünkü gaflet, tenbihle; cehalet, talimle giderilebilir; ama ihanetin ilacı yoktur; hele sözde-aydın ihanetinin. Bu nedenle, Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan insanlar arasında, genelde İslam medeniyeti özelde de bu çizginin, doğal ama önemli bir devamı Selçuklu-Osmanlı (Oğuz) tarihi hakkında ileri-geri konuşanlara (bilimsel açıdan eleştirenler değil!), ön-yargıda bulunanlara (bilimsel yargıda bulunanlar değil!) yanıt yetiştirmek kanımca doğru bir davranış değildir. Bu tür kişilerin yaşlılarıyla hiç uğraşmamak, gençlerine de yanaşması oldukları kültürlerin, tarihlerin Efendileri’nin kaleme aldığı kitapları salık vermek yeterlidir.
Şimdiye değin özetlediklerimizde, tespit açısından, Türkiye’de farklı ideolojik öbekler arasında mahiyet farkının bulunmadığını da vurgulamakta yarar var. Çünkü tarihî mensubiyetlerini yalnızca mitolojik ve psikolojik saiklerle sürdürenler, savunmacılar, neyi muhafaza ettiğini bilmeyen, idrak etmeyen, muhafazakarlardır. Bu tür kişilerin en bâriz vasfı, belirli bir yönteme göre belgelere dayalı yapılmış bilimsel eleştiri ve yargılara bile tahammül edememeleridir; çünkü ne dogma ne de duygu eleştiri kaldırır; çünkü eleştiri ancak idrakin işidir.
Tarih, bir gelecek idrakidir; bir milletin gelecek idrakine aktarılan geçmişi o milletin tarihi olur. Bu nedenledir ki, Türkiye’de siyasal harekete dönüştürülen, sosyolojik aidiyetler, ciddi bir kültürel/tarihî bakış açısına (perspektife), gelecek idrakine sahip ol(a)madıklarından, politik alanda kısa süreli başarılı olsalar da, milletin önünü açan bir ufuk sunamamakta, milletin tarihi de siyasî çıkar öbekleri arasında simgesel şiddetin bir aracı haline gelmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et