BİLGE mimarımız Turgut Cansever’in vefat haberini, gurbette, birkaç kez masaya oturmama karşın bir türlü toparlayamadığım Anlayış dergisi Mart yazısını yazarken öğrendim. Bu nedenle kaleme almakta olduğum yazıyı bırakıp bu büyük insan ile aramızda geçen ilk görüşmeyi ve bu görüşmenin bendeki izlenimlerini dikkate alan bir yazı yazmanın, tarihe kayıt düşme adına, daha uygun olacağını düşündüm. Bir gün, değerli büyüğüm İsmail Kara Bey, telefonda, Hoca’nın kendisini telefonla aradığını, yazmakta olduğu Mimar Sinan kitabı için o dönemdeki Osmanlı ilim ve düşünce hayatına ilişkin bazı sorular sorduğunu ve Dücane Cündioğlu’yla birlikte üçümüzü bu konuları müzakere etmek için evine davet ettiğini bildirdi. Gittik. Eserleriyle, yazdıklarıyla tanımama karşın, kendisiyle ilk defa yüz yüze ve doğrudan, aynı ortamda karşı karşıya gelmiştim. Daha evlerinin kapısından girerken ilk hissettiğim şey, karşısındakine de sirâyet eden, yaşının ötesinde bir heyecana sahip olmasıydı. Heyecan sözcüğünü rahatlıkla aşk ile değiştirebiliriz. Öyle bir aşk ki, tüm beyefendiliğine karşın, konuşurken kendisini konuştuğu konunun kavramsal örgüsüne ve temel yargılarına kaptıran, bir tür cezbe haline geçen ama mantıksal akışı ve dilsel örgüyü kaybetmeyen bir aşk... Muhterem eşleri hanımefendinin, büyük bir nezaketle ikram ettiği böreklerimizi yer, çaylarımızı yudumlarken, Hoca konuya girdi. Hazırlamakta olduğu kitabın, bir fikir olarak nasıl ortaya çıktığını, hangi aşamalardan geçtiğini özetledikten sonra, önündeki Mimar Sinan’ın onlarca eserinin resmini okumaya başladı. Açıkçası anlattıklarını, bir röntgeni inceleyerek hastasının durumunu teşhis eden tabip gibi, resimlerde nasıl gördüğünü merak ettim; en ufak bir ayrıntıyı, bütünle bağdaştırması, soru/sorun ile sözcükler arasında kurduğu ilişki olağanüstüydü. Büyük bir aşk ile ayrıntılı bir biçimde sunduğu bu ziyafetten sonra, yine kendisini aşk ile dinleyen bizlere döndü ve “Şimdi! Merak ettiğim, şu soruların yanıtları” diyerek arka arkaya sorularını yöneltmeye başladı.
Hoca’nın ne o sunumunu ne de sorularını hiçbir zaman unutmadım. Aslında o sunumdan heyecan ve aşkı, sorulardan ve soru sorma tarzından da bir bilginin, bir bilgenin ilgilendiği olgu ve olayları nasıl incelemesi gerektiğine ilişkin pek çok sonuç çıkardım. Hoca’nın sorularını şöyle özetlemek olanaklıdır: Mimar Sinan’ın her bir eseri, genelde bir önceki eserini aşmaya yönelik bir gelişme izler; bu nedenle Sinan, her eserinde daha önce denememiş olduğu yeni unsurları işin içine katar. Her düşünür gibi her mimar da, tüm dehasına karşın, tarihî bağlamının çocuğuysa, Sinan’ın denediği unsurların dönemindeki Osmanlı ilim hayatındaki karşılıkları nelerdir? Hoca’nın verdiği pek çok somut örnek içinden hareket kavramını zikretmesi dikkate değerdi. Sinan, eserlerinde hareketi farklı biçimleriyle kullanmış, özellikle Süleymâniye ile Selimiye’de duvarlara aşağıdan yukarıya doğru şiddeti artan bir hareket vermiştir. Sinan’ın çağında, Osmanlı ilim hayatında hareket kavramı üzerinde vukû bulan tartışmalar nelerdir? Öbür taraftan mekânın kullanımı ile yön kavramı Sinan için önemlidir. Acaba bu dönemde mekân ve yön kavramını inceleyen çalışmalar olmuş mudur? Süleymaniye’nin duvarlarına yakından baktığımızda, duvarların tekil taşlardan kurulu bir kompozisyona sahip olduğunu görürüz; ancak uzaktan seyrettiğimizde karşımıza yekpare bir hendesî/geometrik biçim belirir. Bu dönemde cismin ontolojisi ile ilgili ne tür yaklaşımlar söz konusudur? Turgut Hoca bu ve daha pek çok soruyu, tümüyle, önünde duran, elbette daha önce onlarca kez seyrettiği, Sinan’ın eserlerinin fotoğraflarından hareketle soruyordu. Aşk ve heyecan ile üstü üste bir sürü, ateşten top misali soruyu önümüze koyan Hoca, bitirdikten sonra, “Evet! Şimdi sizi dinliyorum” dercesine sustu...
İtiraf etmem gerekir ki, biz daha Hoca’nın heyecanının etkisindeydik ve yalnızca sorularının ağırlığı altında değil, sahiciliği altında da ezilmiştik. Hoca, her şeyden önce kendisine saygı duyan bir insandı; bu nedenle saygın bir kişi olarak el attığı her şeyi ciddiye alıyor, hem saygı duyuyor hem de saygın kılıyordu. Yaptığı işe saygı duymak, o işi saygın kılmak, ancak ve ancak kendisine saygı duyan insanın başarabileceği bir şeydir. Yalnızca saygı mı? Konusuna karşı ciddiyet ve titizlik de yine kendisini ciddiye alan ve kendisine karşı titizlenen bir kişinin dikkat edebileceği hasletlerdendir. Diyebilirim ki, incelediği olgu ve olaya karşı ciddiyet ve titizlik gösteren bir kişinin, o olgu ve olay hakkındaki bilgisini -malumatını değil- derinleştirebileceğinin ilk ciddi örneğini Turgut Hoca’da görmüştüm. Daha teknik bir deyişle ciddiyet ve titizlik bir epistemolojik ilkedir, kaynaktır ve kişinin bilgisini artırır. Bu ve daha sonraki görüşme ve konuşmalarımızda Hoca’nın yalnızca bilgin değil bir bilge olduğunu, üç selîm’i, akl-i selîm, kalb-i selîm ve zevk-i selîm’i kişiliğinde mezcettiğini, ilim ile irfanı şahsiyetinde bir araya getirdiğini en derinden hissettim. Öğretim (talim) biçimsel bir süreçtir ve konusunda uzman pek çok kişiden tahsil edilebilir. Ancak terbiye, organik bir süreç olduğundan bizâtihi o terbiyenin hedefini, sonucunu temsil eden canlı bir örnek ister. Turgut Hoca, işte böyle bir örnek isimdi; ilim ve irfanını, üç selîmî şahsında tecessüm ettirebilmiş bir temsîl’di.
Hoca’nın sorularına gelince; o gün ilk defa muhatap olduğumuz ve Mimar Sinan’ın eserleriyle bağlantılarına dikkatimiz çekilen sorular için araştırma yapmak ve bir-iki hafta sonra tekrar buluşmak üzere ayrıldık. Bu kısa süre içinde yaptığım -ve soru sorma tarzı itibariyle hâlâ takip ettiğim- araştırmalar sonucunda Hoca’nın tüm sorularının ne kadar isabetli olduğunu görmek şaşırtıcı oldu. Osmanlı döneminde hareket konusunda en yoğun tartışmaların 1460 ile 1585 tarihleri arasında cereyan ettiğini ve pek çok risale kaleme alındığını fark edince; cismin ontolojisi konusunda meşşaî, işrâkî ve kelâmî tartışmaların bu dönemde yeniden canlandığını görünce; hele bir de yalnızca yön konusunda Saray’da yapılan ve daha sonra âlimler arasında tartışılmaya devam eden sorulara ilişkin kayıtları içeren yaklaşık 300 yapraklık (600 sahife) yazma eseri tespit edince, Hoca’nın önüme nasıl bir yol açtığını hissettim. Sahici sorular, sahici adamların işidir ve muhataplarına da sahici yol açarlar. Turgut Cansever, istikâmeti muhkem, yönü olan bir insandı ve muhataplarına da muhkem bir yönü işaret etti. Artık sorumluluk, bu işarete muhatap olan kişilerin omuzlarındadır.
Paylaş
Tavsiye Et