Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > Anayasa yapılmaz; yazıya geçirilebilir ancak!
Topluyorum
Anayasa yapılmaz; yazıya geçirilebilir ancak!
 

Arkadaşlar, siyasi hararet devam ediyor. Aylardır, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tetiklediği bir gerilim sürecini yaşıyorduk Türkiye olarak. Toplantılarımız da haliyle, bu konuya odaklanmıştı. Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla tartışmalar da büyük ölçüde dindi sayılır. Ama daha, derin bir nefes bile alamadan, yeni bir tartışma ve gerilim atmosferine girdik hep birlikte.

Aman, öyle olsun. Nerede hareket, orada bereket, demişler. Hem bu harala gürele olmasa biz burada ne konuşacağız saatlerce? 
 

İyi diyorsun da; iç siyasetteki gelgitlerin heyecanından, bölgemizdeki ve dünyadaki gelişmeleri ihmal etmek zorunda kaldık uzun zamandır. Şu tartışmalar müsaade etse de, dünya siyasetine zaman ayırsak biraz, diyorum. Takip ediyorsanız; çok mühim gelişmeler yaşanıyor çevremizde. Amerika Irak’tan en az zararla çekilmenin planlarını hazırlıyor bir süredir. İran’a yapılması neredeyse kesinleşmiş olan hava saldırısı içinse gün sayılıyor. Öte taraftan İsrail ile Suriye arasında savaş rüzgarları esiyor. Hatta İsrail’in Suriye’deki bazı noktalara operasyonlar düzenlediği bile söylentiler arasında.

Söylenti mi? Adamlar Suriye’yi yolgeçen hanına çevirmişler. Uçaklarının boş yakıt tanklarını da Türkiye’deki tarlalara bırakıyorlar.

Haklısınız; vaktimiz kalırsa bunlara da değinelim. Ama önce şu anayasa işini konuşmamız lazım. Bildiğiniz gibi AKP, seçimlerden önce verdiği söz uyarınca, daha sivil ve demokratik bir anayasa hazırlamak için vakit kaybetmeden kolları sıvadı. Ama henüz taslak metin ortaya çıkmadan kıyamet koptu. Kimileri, bu Meclis’in bir anayasa yapamayacağını, şu ana kadar bunun böyle bir örneğinin bulunmadığını, anayasa yapacak olan meclisin kurucu bir meclis olması gerektiğini iddia ederek bu sürece karşı çıktılar.

 

İyi de kardeşim, adı üzerinde “sivil anayasa”. Anayasa yapabilmek için illa darbe mi yapmak gerek?

Ayrıca da burada bilgilendirme hatası var. Zira Atatürk döneminde kabul edilen 1924 Anayasası bir kurucu meclis tarafından yapılmadı. Eğer bir meclisin anayasayı değiştirme hak ve yetkisi varsa, aynı meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisinin de olduğu çok açık.

Diğer bir kesimse, hazırlanan anayasanın toplumun anayasası değil de AKP’nin anayasası olacağını savunarak buna karşı çıktı.

Bence bu konuda da haksızlık yapıyorlar. Çünkü AKP, anayasa metni üzerinde mümkün olan en geniş mutabakatı sağlamaya çalışacağını ısrarla vurguluyor. Bunun için farklı kesimlerden, STK’lardan, meslek örgütlerinden görüşler alınıyor. Zaten anayasa taslağını da AKP kendi hukukçularına hazırlatmadı. Başta Prof. Ergun Özbudun olmak üzere, bu alanın en yetkin ve saygı duyulan hukukçularını bu iş için görevlendirdi.

En tuhaf olanıysa, 1982 Anayasası’nı, askerî vesayet sistemi altında yapıldığı, son derece ideolojik ve otoriter bir içeriğe sahip olduğu için anti-demokratik bulan ve bundan dolayı da bir an önce sivil ve demokratik anayasa yapılmasını dileyenlerin iş ciddiye binince birden çark etmesiydi.

 

Yine Başörtüsü Meselesi

Arkadaşlar, daha anlamadınız mı? Bunların hepsi bahane. İşin aslı başörtüsü meselesi. Dikkat ettiyseniz, tartışmaların neredeyse tamamı dönüp dolaşıp başörtüsü konusuna odaklanıyor. AKP bu konudaki tavrını henüz net olarak belirlemiş değil. Ama genel kanaat, başörtüsü konusunda AKP’nin anayasada bir “hizmet alan ve hizmet veren” ayrımına gideceği yönünde. Yani hizmet alanların (üniversite öğrencilerinin, hastaların vs.) başörtüsü takma konusunda özgür olacağı, ama hizmet verenlerin (memurların) başörtüsü takamayacağı bir şekilde anayasada yer alacak. İşte bütün kıyamet burada kopuyor. Hatırlarsanız geçtiğimiz ay başörtüsünün siyasi bir simgeye dönüştüğünü, İslam’a ya da Türkiye örneğinde çevreye karşı verilen mücadelenin başörtüsü üzerinden yapıldığını, başörtüsü yasağının birilerince (hem de etkili birilerince) terk edilemez bir mevzi olarak tespit edildiğini söylemiştik. Ben bu husustaki kanaatimi aynen sürdürüyorum. Bakın rektörler, YÖK Başkanı Teziç’in önderliğinde nasıl da hemen toparlanıverip, tepki verdiler. Tepkilerinin odağında ise başörtüsü vardı. Başörtüsünü serbest bırakacak bir düzenlemenin, bu konudaki AİHM kararına da atıfta bulunarak, ‘hukuki’ olamayacağını bile iddia ettiler.

 

İyi de, AİHM bu konudaki kararında Türkiye’nin iç hukukunu referans almıştı. Şimdi de iç hukuka yönelik bir düzenlemede AİHM’i mi referans alıyorlar. İyi valla; al takke ver külah. Aralarında top çeviriyorlar resmen.

Bakın bu konu çok önemli. AİHM verdiği kararda, özetle, bu yasağın Türkiye’nin iç hukuki düzenlemelerine uygun olduğunu belirtmişti. Dolayısıyla iç hukuktaki bir değişiklik AİHM’in kararını da gerekçesiz, dolayısıyla da, geçersiz kılacaktır. Bunu görebilmek içinse profesör olmaya gerek yok. Biraz akıl ve izan sahibi olmak yeterli.

Bırak mantık aramayı; ben Erdoğan Teziç’in söylediklerinde samimi olduğunu bile zannetmiyorum. 1992’de, Bülent Eczacıbaşı TÜSİAD başkanı iken, Erdoğan Teziç bir grup arkadaşı ile birlikte TÜSİAD için bir anayasa taslağı hazırlamışlar. Tam taslak sayılmaz aslında. Adı da “Yeni Bir Anayasa İçin”.

Ne varmış bu taslakta?.

 

Neler yok ki! Anayasa’dan Atatürk milliyetçiliği kaldırılmalı; devletin dili Türkçe’dir yerine, devletin resmî dili Türkçe’dir olmalı; cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği yeminlerinden “Atatürk ilkeleri ve inkılaplarına bağlılık vurgusu” çıkarılmalı; genelkurmay başkanı milli savunma bakanına bağlı olmalı; Anayasa’nın birinci kısmında yer alan değiştirilemez hükümler, devletin cumhuriyet niteliğiyle sınırlı tutulmalı…

Bu taslak AKP’nin anayasasından daha da radikalmiş.

Evet öyle; ama durun, dahası var. Bakın, size oradan bir iki paragraf okuyayım: “Kurucu iktidarın asıl sahibi olan milletin ve onun temsilcilerinin özgür bırakılmalarında yarar vardır. İnsan aklının ve toplumların bu tür engellerden uzak tutulması, evrensel ve doğal değişim yasalarının mantıkî sonucudur. Hiçbir anayasa koyucu toplumun onlarca yıllık geleceğini ipotek altında tutma hakkına sahip olmamalıdır. ‘Cumhuriyetin sürekliliği’ dışında değişmez anayasa kuralı konulmasında yarar değil zarar vardır.” Yine bakın: “Bu konuda asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi doğal ve gereklidir. Bu açıdan önerilebilecek ideal formül, yeni bir anayasa hazırlama girişiminin başında, TBMM’nin bir anayasa değişikliği yaparak, değişmezlik hukukunu daha önceki Cumhuriyet anayasalarında olduğu gibi ‘Cumhuriyet’ ilkesi ile sınırlı tutması olacaktır. Sonuç olarak çalışma grubumuz, TBMM’nin yeni bir anayasa taslağını oluşturma aşamasında kendisini ‘cumhuriyet hükümet şekli’nin değişmezliği dışında özgür ve bağımsız hissetmesi gerektiğine inanmaktadır.”

İyi de, daha geçen günkü açıklamasında Teziç, TBMM’nin, laiklik ve Atatürk milliyetçiliği gibi Anayasa’nın değiştirilemez hükmündeki kurallarına hiçbir surette dokunamayacağını iddia etmiyor muydu? Vallahi, ne diyeceğimi bilemiyorum; tam bir mürailik. Bunlar da bilim adamı olacak başımıza. Yazıklar olsun.

Dur, sakin ol! Dedik ya kardeşim, işin aslı başörtüsü meselesi diye. Başörtüsü konusu açıldığı zaman, her ne hikmetse, akıl, mantık, bilim, samimiyet rafa kalkıyor. Adamlar kuyruklarına basılmış gibi basıyor yaygarayı.

 

“Mahalle baskısı”nın baskısı artıyor

Doğru söylüyorsun. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi anayasa hazırlıklarında da tartışmaların odağını başörtüsü teşkil ediyor. Bu bağlamda geçtiğimiz ay en çok gürültü koparan tartışma ise nispeten yeni bir kavramsallaştırmanın etrafında yaşandı: “Mahalle baskısı”. Malumunuz, meşhur sosyal bilimcilerden Prof. Şerif Mardin geçtiğimiz aylarda Ruşen Çakır’a verdiği mülakatlarda kullandı bu tabiri. Kastı “ham sofu” diye bilinen bir tipolojiyi tarif etmekti. Bu ay da Ayşe Arman’la yaptığı bir söyleşide Türkiye’deki gelişmelere dair görüşlerine biraz daha açıklık getirdi.

Doğrusu Arman’a verdiği mülakatta Şerif Hoca, fikirlerine biraz daha açıklık mı getirdi, yoksa ikircikli tutumuyla durduğu noktayı iyice muğlaklaştırdı mı, belli değil.

Ne diyor mesela?

Ruşen Çakır’a verdiği mülakattan başlamak gerek belki de. Orada diyor ki: Türkiye’de “mahalle baskısı” denen bir olgu vardır. Bu hava AKP’den bağımsız olarak Türkiye’de yaşamaktadır. Eğer bu havanın gelişmesine müsait şartlar oluşursa, AKP bile bu baskıya boyun eğmek zorunda kalacaktır.

Arman’a ne söylüyor?

Türkiye Malezya olmaz diyemem, diyor. Önümüzde parlak bir manzara yok maalesef, diye ekliyor. Sonra, geleceğini karanlık gören kadınları haklı buluyor. AKP’nin takiye yapıp yapmadığından da henüz emin olmadığını söylüyor.

Bence, söyleşiyi tıpkı Ertuğrul Özkök’ün okuduğu gibi okumuşsun. Evet, Şerif Hoca biraz ikircikli konuşuyor. Akademisyenliğinin verdiği bir haslet olsa gerek, yargı belirtmekten ziyade kanaat belirtiyor. Bunlarda bile çok net, kesin ifadeler kullanmaktan kaçınıyor. Ama Ayşe Arman, Şerif Hoca’ya istediğini söyletebilecek kadar kurnaz. Şerif Hoca da maalesef onun çocukça sorularıyla yönleniyor. Şu soruya bir bakın Allah aşkına: “Yani bir gün Malezya olur muyuz, olmaz mıyız? ‘Olmayız’ deyip, içimizi rahatlatır mısınız, lütfen…” Adam ne desin, “Olmayız, diyemem. Kimse diyemez” diyor. Öte taraftan, mesela, Şerif Hoca’nın bütün söylemine nüfuz eden mütereddit tutumuna rağmen, başörtüsü konusunda ne kadar net olduğunun üstü hep es geçiliyor. Diyor ki Arman’a: “Bir tek bu türban meselesinin anti-demokratik bir uygulama olduğu konusunda yüzde yüz eminim. Bu mesele, artık olguların toplanmasına ihtiyaç olmayan bir ahlaki meseleye dönmüştür. Orada kararım net, türbanlı öğrenciler üniversiteye girebilmeliler. Türban, benim kararımı verebildiğim nadir alanlardan bir tanesi.”

E artık, adam daha ne desin?

Ben söyleşiden özellikle bu ifadeleri çekip çıkardım; zira medyada söz konusu edilen fikirler bunlardı. Yoksa Şerif Mardin’le bir alıp veremediğim yok.

Yeri gelmişken, ben de bu söyleşide beni rahatsız eden bir hususa değinmek istiyorum. Gerek Arman’ın sorularına gerek Mardin’in cevaplarına içkin olan o tepeden bakan, buyurgan ve mütehakkimane tavır sizlerin de dikkatinden kaçmamıştır herhalde. Her ikisinin de kendilerini bu ülkenin asli unsuru ve sahibi addettikleri çok açık. Diğerleri, yani kabaca AKP’ye oy verenler ve onların siyasetteki temsilcileri ise yabancılar, bu ülkede hiç yaşamamışlar, sanki uzaydan gelmişler. Arman, Hürriyet gibi ulusal bir gazetede yazmıyormuş da, dostlar arasında bir kokteylde konuşuyormuş gibi, ısrarla ve ukalaca ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımına gidiyor. ‘Onlar’ın siyasette ağırlıklarını gittikçe artırmasından endişe ediyor. Mardin de, babacan bir tavırla onu teskin ediyor. Endişeye mahal yok kızım; tüm kusurlarına rağmen onlar da insan; ama siz yine de tedbiri elden bırakmayın, diyor. Hasılı kelam ikisi birlikte lütfediyorlar ki ‘onlar’ da varolabilsin.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben Ayşe Arman’ın bu mülakatının belli bir merciin siparişi üzerine yapıldığını düşünüyorum. Hazırlanacak anayasa içerisinde başörtüsüne bir nebze olsun özgürlük sağlayabilecek bir düzenleme arayışında olan AKP’yi ve o cenahtaki çevreleri savunmada bırakmak amacıyla yeni bir tartışma başlatılması gerekiyordu. E-muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, Cumhuriyet mitingleri ve genel seçimler hafızalarda halen tazeliğini koruduğuna göre, bu tartışma ya da gerilim anti-demokratik araçlar kullanılarak yapılamazdı. Daha ‘demokratik’ ve meşru bir araç gerekliydi. İşte Şerif Mardin’in tespitlerine bu noktada ihtiyaç duyuldu. Nitekim Şerif Mardin, bilim adamlığı Türkiye’de hiçbir kesim tarafından tartışılmaz bir sosyal bilimcidir.

Türkiye Bilimler Akademisi çevresi hariç, demeliydin.

Haklısın, onları unuttum. Neyse, ne diyordum? Dolayısıyla Mardin’in tespitlerinden yola çıkılarak oluşturulacak gerginlik son derece ‘meşru’ ve ‘samimi’ bir gerginlik olacaktı. Daha önceki söyleşilerinden Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramsallaştırması biliniyordu. Geriye Mardin’i biraz daha detaylı konuşturmak kalıyordu. Hatta bence daha Şerif Mardin Ayşe Arman ile konuşmadan bazı köşe yazarlarının yazıları bile hazırdı.

Bunu nereden çıkarıyorsun?

Bakın, o söyleşide Şerif Mardin açıkça başörtüsü yasağının son derece anti-demokratik olduğunu söylüyor. Bu hususun zihninde net olarak karar verebildiği ender hususlardan biri olduğunun altını çiziyor. Buna rağmen başlığa çekilen ifade, Ayşe Arman’ın yönlendirmesiyle söylenen “Türkiye ne Malezya olur diyebilirim, ne de olamaz” ifadesi. Bu ifadeye dayanılarak da başörtüsünün serbest kalmasına karşı çıkılıyor. Sizce burada bir art niyet yok mu? Aynı şekilde, söyleşinin her iki tarafa da yontulacak ifadelerle dolu olmasına rağmen, Ertuğrul Özkök gibi köşe yazarları söyleşiyi öyle bir biçimde aksettiriyorlar ki, sanki Şerif Hoca darbe çığırtkanlığı yapmış. Dahası bu söyleşide hiç geçmemesine rağmen, “mahalle baskısı” tabirine sürekli atıfta bulunuluyor. Hasılı kelam, ben bu söyleşiyi çok da masum bulmuyorum. Bu noktada da Şerif Mardin Bey’in kullanıldığını düşünüyorum.

Öyle ya da böyle. Bazı yorumcular mal bulmuş mağribi gibi atıldılar bu tabirin üzerine. Merkezî seçkinler nezdinde büyük bir seferberlik başlatıldı. Bu meyanda öyle kerli ferli adamlardan öyle saçma argümanlar duyduk ki, ağzımız açık kaldı. Tarhan Erdem mesela, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması halinde iki sene içerisinde başörtüsü takmayan kimsenin kalmayacağını iddia etti. Kanıt olarak getirdiği örnek ise evlere şenlik. Hani tek parti döneminde ezan on sekiz sene boyunca zorunlu olarak Türkçe okunmuştu da DP’nin iktidara geldiği 1950’de tekrar Arapça okunabileceğine dair izin çıkmıştı. İşte o zaman istisnasız bütün camilerde ezan tekrar Arapça okundu; ezanı Türkçe okumaya devam eden kimse kalmadı. Buradan yola çıkarak, Erdem de serbest bırakıldığı takdirde başörtüsüz kimsenin kalmayacağını ileri sürüyor.

Ben de Hürriyet’in sürmanşetten verdiği bir haberi hatırlıyorum. Prof. Beyza Bilgin 1988 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yöneticilik yapıyormuş. O dönemde başörtüsü serbest bırakılmış da, İlahiyat Fakültesi’nde başörtüsü takmayan tek bir kız kalmamış.

Bu insanlar bu ülkede yaşamıyorlar mı yahu? Birisi ezandan bahsediyor, öteki ilahiyat fakültesindeki durumdan. İnsanlar içinde yaşadıkları topluma bu kadar yabancılaşabilir mi? 

 

Bu aynen neye benziyor biliyor musunuz? Bir ülke düşünün, adı Züğürkiye olsun. Züğürkiye’nin despot mu despot, deli mi deli kralı da bir kanun koysun. O andan itibaren ayakkabıların ayağa giyilmesi yasaklansın; ellere giyilmesi ise serbest bırakılsın. Yolda sokakta ayağına ayakkabı giyenler toparlanıp zindanlara atılsın. Ellerine giyenler de değişik şekillerde ödüllendirilsin. Aradan yirmi yıl geçsin. Bizim despot kral ölsün de bu kanun da yürürlükten kalksın. Yerine gelen yeni kral ayakkabıların artık, ellerin yanı sıra, ayaklara da giyilebileceğini ferman buyursun. Neticeyi tahmin edersiniz herhalde. Aradan yirmi yıl da geçse, ele ayakkabı giymek serbest de olsa, istisnasız aklı başında herkes ayakkabıyı eline değil de ayağına giyecektir. İşte serbest kaldığı takdirde ezanın Arapça okunması da, ilahiyat fakültesinde kızların hepsinin başını örtmesi de böyledir.

Madem medyadan güzellemelere başladık, ben de bir şey anlatayım. Ertuğrul Özkök o darbeden dem vuran yazısında, tahmin edebileceğiniz gibi, sözü “mahalle baskısı”na getiriyor ve kendince ‘çarpıcı’ bir örnek veriyor. Bazıları şehirlerarası otobüste namaz molası verilmesini istemeye başlamış.

Herhalde bunun bir adım sonrasının şeriat devleti olduğunu düşünüyordur.

 

İyi de bu yeni bir şey değil ki. Ben yıllardır ne zaman otobüse binsem bazı insanlar şoförden molayı birkaç dakika daha uzatmasını falan isterler ki, vakit girsin de namazlarını kılsınlar. Bu da genelde kimseyi rahatsız etmez. Keşke otobüs firmaları biraz daha müşteri odaklı olup, molaları namaz vakitlerini göz önüne alarak ayarlasalar da insanlar mağdur olmasa.

Madem öyle, merkezî seçkinler neden cumhuriyette ısrar ediyorlar?

Ama Özkök senin gibi düşünmüyor. Ona göre birilerinin şoförden namaz molası vermesini istemesi diğer yolcular üzerinde baskı oluştururmuş.

 

İyi de, Özkök kendisinin yaptığının aynı baskının aynadaki aksi olduğunu aklına bile getirmiyor herhalde. Otobüsteki insanlar kendi üzerlerinde baskı hissetmesinler diye ben kendi kendimi bastırayım. Yani o mahallenin baskısı benim baskımdan baskın çıksın. Olacak şey mi bu? Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır hesabı; yıllardır bu ülkede inançlı insanlar baskının her türlüsüne maruz kalırken akılları neredeydi? Mahalle baskısı, devlet baskısı, sistem baskısı, rejim baskısı… Başörtüsü takan genç kızlara yarasa mı denmedi, yobaz, gerici, İrancı, köktendinci, kara fatma mı denmedi. Suudi Arabistan’a bile sürüldüler. Ama nedense çok demokrat ve süper sosyolog ve bir o kadar da liberal ve de dahi Özkök’ün gıkı bile çıkmadı. Başörtüsü serbest bırakılırsa başörtüsü takmayan kimse kalmazmış. Bahaneye bakın! Sokaklarda başörtüsü serbest; başörtüsüz kimse yok mu? Camilerde namaz kılmak serbest; gitmeyen yok mu? Oruç tutmak serbest; tutmayan yok mu? Bence sınavlardan 80’in üzerinde almayı da yasaklayalım. Çünkü bunlar 20’nin altında alanlar üzerinde baskı oluşturuyor. Yurt dışına gitmek de yasak olsun. Çok açık ki, gitmeyenler üzerinde baskı oluşuyor. Jimnastik salonlarını kapatalım. Zira düzgün vücutluların yanında baskıdan duramıyoruz. Hepsinden önemlisi de hayır hasenatta bulunmak artık tarih olsun 21. yüzyıl Türkiye’sinde. Çünkü yardım etmeme özgürlüğümüz üzerinde dayanılmaz bir baskı oluşuyor. Yardımseverlerin yanında yerin dibine geçiyoruz desem yeridir… Artık bu kadar saçmalığı kaldıramıyorum. Nedir bu müptezellik, maskaralık Allah aşkına?

Eskiden bir İran korkumuz vardı, şimdi bir de Malezya çıktı başımıza. Entelektüellerimiz derin düşünceden o kadar uzak ki, korkularını tarif etmekten bile acizler. Markalaştırmakla yetiniyorlar; İran ve Malezya gibi. Doğrusu, Türk aydınlarının, sosyal-siyasal meseleler karşısında ahlaki ikiyüzlülüklerini ve kanıksanmış ahlak-dışı yorumlarını temellendirmekte bir “imkansızlık metafiziği” ile baş başa kalmış olduklarını düşünüyorum. Felsefî açıdan iflas etmiş bir modernleşme projesi duruyor karşımızda. Bu tükenmiş tecrübeyi ayakta tutmak çok zor bir iş hakikaten. Zaten en başından itibaren gazete köşelerinde piştiği için bu modernleşme projesi, ya da çok bilinen tabiriyle Türk aydınlanması, miadını doldurup bozulması ve kokması da gazete köşelerine nasip oluyor. Onun için ben üniversite rektöründen, anayasa profesörüne, köşe yazarından, bilmem hangi siyasi partinin başkanına kadar, bu insanlara kızamıyorum. Sadece acıyorum. İçine düştükleri bu acınası hali gördükçe de üzülüyorum. Ne de olsa, aynı gemide gidiyoruz. Bir gün bizleri de aynı duruma düşürmemesi için Allah’a dua ediyorum. 

Vaktimiz dolmak üzere. Eğer anayasa konusunda söyleyecekleriniz bittiyse, şu dış gelişmelere geçelim isterseniz.

 

Anayasa bir halkın ruhudur 
 

Anayasadan yola çıktık, bakın nerelere geldik. Başörtüsü, “mahalle baskısı” derken meselenin özüne yaklaşamadık bile. Aslında sadece biz değil, tüm Türk entelijansiyası da ıskaladı gerçekleri bu keşmekeşin içinde. İncir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalarla zaman harcıyoruz, ama incir ağacını nereye ve nasıl dikeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yok.
 

Lütfen metaforlarla konuşmayalım. Ne demek istedin şimdi?

Teferruatlarla uğraşırken, işin aslını unuttuğumuzu söylüyorum. Bakın arkadaşlar, biz anayasayı çok hafife alıyoruz. Anayasaya dair tartışmalarımız, son derece teknik ve ideolojik meseleler düzeyinde kalıyor. Daha derinlere inemiyoruz. Anayasanın bir devletin mekanik anlamda işleyişini belirlemenin ötesinde bir anlamı vardır. Bir yönüyle anayasa insan hak ve hürriyetlerinin garantisidir. Tarihsel açıdan bakıldığında da, anayasal gelişmelerin özellikle de Avrupa’da devlet gücünün sınırlandırılması ve bireysel hakların garanti altına alınması süreci ile paralel seyrettiği görülür. Dolayısıyla bizdeki bireysel hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı anayasa metinlerinin, tarihsel açıdan, anayasa mantığına ters olduğu çok açık.

Bir işimiz de kitabına uygun olsaydı şaşardım zaten!

Anayasanın bir ikinci yönü daha vardır ki, bu hayati derecede önemlidir. Anayasa bir halkın ve devletin teşekkülünün tezahürüdür. Bu da organik bir süreçtir, dinamiktir. Dolayısıyla Anayasa’nın bir halkın ruhu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Anayasa bir yasa değil, bir kurulum ve oluşumdur. Zaten Batı dillerinde de bu şekilde ifade edilir; constitution ve Konstitution gibi. Ne var ki, bir toplum zaten kurulu ve her zaman yeniden kuruluyor olduğu için, anayasa yapılamaz, yazıya geçirilebilir ancak. Yani anayasa mekanik anlamda yeniden inşa süreci gibi algılanamaz. Bizde hep böyle oldu maalesef. Merkezî seçkinler Türk toplumunu kendi vizyonları doğrultusunda ve yukarıdan aşağı modernleşme projesi çerçevesinde yeniden inşa etmek için kullandılar anayasaları. Sanki bu toplumun hiç tarihî geçmişi, kültürel hafızası, kimliksel benliği yokmuş gibi, sanki sıfır noktasından başlanıyormuş gibi, sanki bir makine inşa ediyorlarmış gibi baktılar topluma da anayasaya da. Kısacası, şu ana değin Türkiye’de anayasa, toplumu belli bir plan ve proje dâhilinde dönüştürme aracı olarak kullanıldı. Halbuki anayasa ait olduğu toplumun karakterine, kimliğine, kültürüne bakılarak kağıda geçirilebilir ancak. Dedik ya halkın ruhudur diye. Bunun ötesi boş bir uğraştır. Söylediklerimi anlamsız buluyorsanız, şu seksen küsur yıllık tecrübeye bir bakın. Koskoca bir hiçten öte bir şey var mı önümüzde. Eğer bir anayasanın toplumsal karşılığı, yani halk nezdinde bir meşruiyeti yoksa, siz ne kadar aksini iddia ederseniz edin, o anayasa yok hükmündedir. Anayasası olmayan bir halkın ruhu da yoktur. Artık o halkın devleti de cansız cenazeden başka bir şey değildir. İşte şu anayasa çalışmaları Türkiye için büyük bir fırsattı. İlk defa gerçek bir anayasa yazabilirdik. Ancak şu müptezel Türk aydınının hali pür melali ortadayken, bunun çok uzak bir ihtimal olduğunu zannediyorum.

Dahası, Meclis’in ömrünü tamamladığı, yeni cumhurbaşkanını yeni Meclis’in seçmesi gerektiği ileri sürüldü. İşte bu gerekçelerle erken seçime gidildi. Seçim süreci boyunca AKP Gül’ün cumhurbaşkanlığı konusunda ne geri adım attı ne de tavrının değiştiğine dair bir işaret verdi. AKP’nin yaptığı bütün seçim mitinglerinde gerek konuşmacıların gündeminde gerekse de meydanda atılan sloganlarda Abdullah Gül’ün trajikomik bir şekilde engellenen cumhurbaşkanlığı ana temayı teşkil etti.

Çok karamsar bir kapanış oldu, ama ne yapalım, dost acı söylermiş. Önümüzdeki ay devam ederiz inşallah.

 


Paylaş Tavsiye Et