ERGENEKON Davası kapsamında, sanıklardan birinin ofisinde ortaya çıkan “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nın, Taraf gazetesinde yayınlanmasından sonra, Askerî Savcılığın koyduğu tartışmalı yayın yasağı ve belge hakkında soruşturmaya gerek bulunmadığı yönündeki kararının ardından, askerî yargı üzerine tartışmalar yeniden başladı. Bu gelişmeler ışığında, askerî yargı ve rolünün anlaşılması bakımından, Türkiye’de askerî yargının kuruluş sürecine ve yapısına kısaca bakmakta fayda var.
1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda bir anayasal kurum olarak öngörülmeyen askerî yargı, 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından kabul edilen ve kimi kesimlerce getirdiği demokratik düzenlemeler ve sosyal haklar(!) ile çokça övülen 1961 Anayasası’nın 138. maddesiyle ihdas edilerek “anayasal kurum” vasfını kazandı. 1982 Anayasası’nda askerî yargı 145. maddede aynen korunmakla birlikte, bir yenilik olarak Türkiye, Askerî Danıştay olarak adlandırılabilecek Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ile tanıştı.
Anayasa’nın anılan maddelerine göre askerî mahkemeler, asker kişilerin, askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidir. Bu haliyle bile oldukça kapsamlı olan bu suçlar, 1632 sayılı Askerî Ceza Kanunu’nda oldukça geniş bir biçimde sıralanmaktadır. Yine askerî mahkemelerce verilen kararlar usul ve esas bakımından Askerî Yargıtay tarafından denetlenmekte ve böylece askerî yargı sistemi, kendi içerisinde bütünlüğünü tamamlamaktadır. 26.10.1963 tarihli ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu ile 26.10.1963 tarihli ve 357 sayılı Askerî Hakimler Kanunu doğrultusunda teşkilatlanan ve “tam bağımsız” şekilde faaliyet gösteren askerî yargının, ironik olarak, sivil yargı için arzulanan ama bir türlü başarılamayan “yargısal bağımsızlık” niteliğini fazlasıyla hak ettiğini belirtmek gerekir.
Türkiye’de askerî yargının görev ve yetki alanının, kural olarak sivil mahkemelere kıyasla arızi nitelik taşıması gerekse de, fiilî anlamda bu nitelikten oldukça uzak. Askerî yargının, kapsam olarak arızi olmadığı gerçeği yanında, askerî yargının ve askerî mahkemelerin nitelik ve uygulamaları bakımından yargı vasfını haiz olup olmadığı da tartışmalı. Türkiye’nin taraf olduğu ulusalüstü mevzuatta, adil yargılanma ilkesi bağlamında mahkemelerin bağımsızlığı ve bunun devamı niteliğindeki, “tarafsızlık”, “bağımsız hâkim” ve “hâkim güvencesi” gibi ilkeler bakımından askerî yargı ve askerî mahkemeler değerlendirildiğinde, söz konusu mahkemelerin “mahkeme” ve “yargı” nitelikleri tartışılır hale geliyor. Askerî hiyerarşiye, emir ve komutaya tabi bir mahkemenin bağımsızlığından söz edilemeyeceği açık. Yargılamayı yapan askerî hâkim ve savcının emir ve talimatla bağlı olması yanında, kendi sınıfından olan silah arkadaşlarını yargılarken de “kendine karşı” bağımsız ve tarafsız olamayacağı aşikâr. Bunlara ek olarak, askerî yargıda, sicil amirlerinin hazırladığı siciller doğrultusunda yapılan hâkim ve savcı atamalarının da, mahkemenin ve hâkimin bağımsız olmadığına ve hâkimlik güvencesinden yoksun olduğuna karine teşkil ettiğini belirtmekte fayda var. 28 Şubat döneminde Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu ve Onbaşı Kadir Sarmusak’ın askerî mahkemede yargılandıkları davada beraat etmeleri sonrasında, beraat kararı veren mahkeme üyelerinin zorunlu atamaya tabi tutulmuş olmaları bu karineyi destekleyen örneklerden sadece biri. Yine askerî mahkeme üyeleri arasında hukuk eğitimi almamış subayların bulunması da, adil yargılama ilkesi bakımından ele alınacak ayrı bir tartışma konusu.
İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın ifşa olmasının ardından, sorumluları hakkında başlatılan adli süreçte askerî yargının rolü, bu nedenlerle olayın akıbeti hakkında endişe doğuruyor. Şemdinli Davası’nda, sivil mahkemelerin sanıklar hakkında 39 yıl hapis cezasına hükmetmesi üzerine, bu kez Yargıtay tarafından, davaya konu eylemlerin, askerî suç kapsamında değerlendirilerek davanın askerî yargının görev kapsamında olduğundan bahisle bozulmasını müteakip, askerî mahkemenin sanıklar hakkında tahliye kararı vermesi bu endişeleri haklı çıkarıyor. Şemdinli Davası’nda, askerî mahkemenin verdiği karar, mahkemenin yapısı ve doğası itibarıyla anlaşılır olmasına karşın, bu dava sürecinde, sivil bir mahkeme olan Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını görevsizlik nedeniyle bozarak dava dosyasını askerî yargıya göndermesi anlaşılır değil. Böylece sivil bir mahkeme, kendi görev alanını gönüllü olarak daraltarak, askerî yargının görev alanını kendi aleyhine genişletme çabası içerisinde olmak gibi garip ve anlaşılmaz bir tutum sergiledi.
Şemdinli’den İrtica ile Mücadele Eylem Planı’na askerî yargı pratiğinin dikkatle değerlendirilmesi, Türk yargısının geleceği bakımından büyük önem taşıyor. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde yargı dâhil birçok alanda yapılan reformlar kısmi iyileşmeler sağladı. Askerî yargı ise bu süreçte hem anayasal kurum olma vasfı hem de dokunulmazlık zırhı sayesinde reform tartışmalarının dışında kaldı. Yargıda iki başlılığın da ifadesi olan askerî yargının, yapısı ve pratiği ile hukukun temel ilkeleriyle çeliştiği, hukuk düzenine güveni sarstığı bir gerçek. Bu çelişkinin giderilmesi için, askerî yargının disiplin mahkemeleri işleviyle sınırlandırılması, darbe anayasaları ile kazanmış olduğu geniş, kapsamlı ve kamu vicdanını yaralayıcı işlevlerinden arındırılması gerekiyor.
Bir darbe anayasası olan 1961 Anayasası ile ihdas edilen ve yine bir askerî darbe ürünü olan 1982 Anayasası ile güçlendirilen askerî yargının, Türk yargı teşkilatı içerisinde meşruiyetinin bugüne kadar sorgulanmadan yerini koruyabilmesi, darbelerin sonuçlarının ve etkilerinin, büyük ölçüde yürürlükteki darbe anayasası sayesinde sürmekte olduğunun bir göstergesi.
Askerî yargının mahiyetine dair sorulara verilecek cevap, Türkiye’de yargı konusunda yapılacak reformlarda da yol gösterici olacaktır. Elbette bu sorun, bir dönem askerî brifingler almış ve sivil siyaset alanının daraltılmasına büyük katkılarda bulunmuş sivil mahkemelerin gerçek anlamda sivil olup olmadığıyla da ilgilidir. Son süreçte yeniden tartışılan askerî yargı sorunu, kapsamlı bir yargı reformunun ve sivil bir anayasanın gerekliliğini bir kez daha ortaya koydu.
Paylaş
Tavsiye Et