Konuşan: Ali Aslan
George W. Bush sekiz yıllık başkanlığının sonunda dış politikada büyük bir enkaz bıraktı. ABD’nin kaba ve ince gücü ciddi anlamda gerileme gösterdi. İçeride patlak veren ekonomik kriz de buna tuz biber ekti. Bunun yanında hem küresel hem de bölgesel düzeyde uluslararası sistemin diğer aktörleri güçlendiler. Sonuçta ABD’nin yeni başkanı Barack Obama’nın elinde daha zayıf bir ABD ve karşısında daha güçlü bir dünya var. Bu şartlar altında sistemin en güçlü aktörü ABD’nin dış politikasının yeni parametrelerinin neler olacağı hepimizi meraklandırıyor. Obama ile ABD’nin dış politikada nasıl bir yol izleyeceği ve mevcut problemlerin çözümünde hangi adımları atacağını Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Bülent Aras ile konuştuk. Aras, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 1994 yılında mezun olduktan sonra aynı üniversitede 1996 yılında yüksek lisans, 1999 yılında ise doktora derecelerini aldı. Aras’ın yurtdışı ve yurtiçinde yayınlanmış birçok kitabı ve makalesi bulunuyor. Kitapları arasında yazarlığını yaptığı Palestinian-Israeli Peace Process and Turkey (Novascience, 1998), New Geopolitics of Eurasia and Turkey’s Position (Frankcass, 2002), Turkey and the Greater Middle East (TASAM, 2004) ve eş editörlüğünü yaptığı Oil and Geopolitics in Caspian Sea Region (Praeger, 1999) ile September 11 and World Politics (FUP, 2004) bulunmaktadır. Makaleleri ise Middle East Policy, Journal of Third World Studies, Journal South Asian and Middle Eastern Studies, Futures, Journal of Southern Europe and Balkans, Mediterranean Quarterly, East European Quarterly, Nationalism and Ethnic Policy ve Central Asia/Caucasus dergilerinde yayınlanmıştır.
Söylemlerine baktığımızda Barack Obama liderliğinde Amerikan dış politikasını, ülkenin dış politika tarihi ve geleneği içerisinde nerede görüyorsunuz? Obama’nın dış politika çizgisi kendisinden önceki yeni muhafazakâr dış politikadan farklılık arz ediyor. Fakat Obama’yı tam anlamıyla realist ya da içe kapanmacı gibi geleneksel dış politika kalıpları içerisinde bir yere yerleştirmek de zor. Bir de seçim kampanyasıyla dış politikanın kendisi arasında sürekli bir fark oluyor. Obama’nın kampanyasında Afganistan ve Irak’tan çekilme gibi bazı konular üzerinde aşırı yoğunlaşma vardı. Belki bu danışmanlarının önüne koyduğu dosyalardan kaynaklanıyordu; ama iş başına geçtiğinde daha global bir resim görecek. Bu resim de dış politika tarzını belirleyecek. Mesela, seçim kampanyasında Irak’tan çekilmek ana gündem maddesiydi, seçildikten sonra ise küresel ekonomik krizle ilgilenmenin gündeminde olduğunu söyledi. Her ne kadar kampanyada “Amerika kendisine çekidüzen vermek için evine dönüyor” imajı verildiyse de şu anda Amerika’nın dünyadaki genişlemesi buna müsaade etmeyecek. Obama’nın dış politikada içe kapanmak gibi bir imkanı yok.
Obama nasıl bir uluslararası sistemle karşı karşıya ve bu Avrupa, Rusya ve Çin gibi önemli aktörlerle ilişkileri nasıl etkileyecek?
Bu sene iki tane önemli gelişme yaşandı: Küresel ekonomik kriz ve Kafkasya Savaşı. Küresel ekonomik kriz, Soğuk Savaş’ın ekonomik parametreleriyle ve kurumlarıyla devam edemeyeceğimizi gösterdi. Kafkasya Savaşı ise jeopolitik alanda önemli bir şeyi ortaya koydu: Rusya Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana ilk kez ciddi anlamda Amerika’ya kafa tuttu. Bunu yeni bir soğuk savaş olarak algılamıyorum ama yeni bir jeopolitik oluşumun göstergesi olduğu gerçeğini de gözden kaçırmamalıyız. Artık şu gelinen noktada uluslararası politik alanda kartlar yeniden dağıtılacak. Belki 1815 Viyana Kongresi gibi bir şey olacak. Sistemin başat güçleri oturup yeni dönemi nasıl yöneteceklerini konuşacaklar. Bu, Amerika’nın artık tek taraflı askerî küresel egemenlik yaklaşımının yürümeyeceğinin açık bir göstergesi.
Bush’un dış politikasında ana tema ve söylem “terörle mücadele”ydi. Obama döneminde bu ne olabilir?
Obama’nın misyonu, temasını da belirleyecek. Obama’nın misyonu Amerika’nın iç ve dış politikasının restorasyonu, yani Clinton döneminden şu ana kadar Amerika’nın gerek dışarıda gerek içeride kaybettiği güveni ve etkinliği yeniden kazanmak.
Obama kadrosuna Hillary Clinton, James Jones ve Robert Gates gibi inisiyatif alabilen önemli isimleri getirdi. Bu kadronun Bush döneminde de gördüğümüz gibi, özellikle Irak’tan çekilme ve İran gibi kritik konularda anlaşmazlık yaşama ihtimali var mı?
Bunu şimdiden kestirmek zor. Fakat bu kadar güçlü isimlerle çalışmak her zaman problem olur. Bu isimlerin bir araya gelip Obama’ya ortak bir cephe oluşturması çok zor. Obama’yla çelişkiye düşebilecekleri gibi kendi aralarında da çelişkiye düşebilecek insanlar. En azından muhalefetin münferit olacağı açık. Yani münferit muhalefeti de Amerikan başkanları bir şekilde Colin Powell örneğinde de gördüğümüz gibi bertaraf edebiliyorlar. Burada tabii ne kadar yetki ve güç dağılımı olacağı da çok önemli. Bush 11 Eylül saldırılarından sonra bütün yetkiyi, gücü kendi üzerinde toplarken, sorumluluğu beraber çalıştığı kabineye yıkmıştı. Bu Powell’ı zor durumda bırakmıştı. İkinci önemli açmaz da Bush yapmak istediklerini kabinesine kabul ettirememesiydi. Bunun tarihî göstergesi Powell’ın BM’deki konuşmasıydı. Nitekim Powell daha sonra BM’de inanmadığı bir konuşma yaptığını itiraf etti. Buradan hareketle, Obama’nın ne kadar güç ve yetki dağıtacağı birinci planda önemli. İkinci mesele de ekibini yapacağı işe inandırması. Obama’nın Bush kadar net bir gelecek planı olmaması bir anlamda bu gelecek planının bu ekiple birlikte şekillendirileceğini gösteriyor. Bu, ekip içi sorunları asgari düzeyde tutabilir.
2009 yılında Ortadoğu’da birçok ülkede -Filistin, İsrail, Irak, Lübnan, İran, Afganistan ve Türkiye’de- yerel ve genel seçimler yapılacak. Bu seçimler Ortadoğu’ya yönelik Amerikan dış politikasını nasıl etkiler?
Yedi kritik seçim var önümüzde. Türkiye’deki seçimi dışarıda bırakıyorum. Türkiye’deki seçimde çok ciddi bir değişiklik ve yeni bir denge ortaya çıkmayacak. %40’ın altında oy alırsa AK Parti, belki iç politikada uzun dönemde yeniden bir şekillenme ortaya çıkabilir. Fakat böyle bir ihtimal gözükmüyor. Bunun dışında altı tane önemli seçim var. Bu seçimlerin en önemli yanı birbirlerini etkileyebilecek olmaları. Filistin’deki seçimin sonucu İsrail’dekini etkileyecek. İsrail’deki seçimin sonucu Lübnan’dakini etkileyecek. Lübnan’daki seçimin sonucu İran’ı etkileyecek. Seçimlerin yapılacağı ülkelerin siyasi atmosferleri şu anda belirsizlik içinde. Filistin seçimlerinin ertesi günü Filistin’de iki tane cumhurbaşkanı olabilir. Şu anda biz Mahmut Abbas’ın görevi bırakıp bırakmayacağını bilmiyoruz. Hamas’ın kazanması ve ardından yeniden sertlik yanlısı açıklamalar yapması veya o sıradaki bir provokasyon doğrudan İsrail seçimlerini etkileyecek. Bu Benyamin Netanyahu’nun kazanmasını daha da kolaylaştırır. Filistin’deki belirsizlik İsrail’e negatif girdi olarak yansır ve İsrail siyasetinin güvenlikleşmesini artırır. İsrail siyasetinin güvenlikleşmesi de diğer ülkeleri etkiler.
Seçimlerin gerçekleşmesi ise başlı başına çok olumlu bir durum. Zira bu ülkelerdeki demokratik sürecin geliştiğini gösteriyor. Fakat seçimlerin bir süreç olduğu da akılda tutulmalı. Seçim ve sonucunda siyasetin aldığı şekil istenilen yönde olmazsa kaosa da yol açabilir. Yani bir anlamda bu demokratik süreç hiç beklenmeyen bir şeyle de sonuçlanabilir. Beklenmeyenin ortaya çıkmasıyla Obama yönetiminin hem Ortadoğu’yu hem de bütün uluslararası ilişkileri yönetme kabiliyeti önemli ölçüde sınırlanır. Yeniden sorun çözemeyen, inisiyatif alamayan ve Ortadoğu’dan kaynaklanan güvensizliklerin önünü tıkayamayan Bush yönetiminden farksız bir Amerikan yönetimine dönüşür ve bu da Amerikan iç siyasetinde ve dünyada tartışılmaya başlanır. Yani Ortadoğu’nun hemen her problemi dünya siyasetini, bir anlamda da dünya siyasetini şekillendirmek isteyen Amerikan yönetimini ilgilendiriyor.
Şu anda Ortadoğu’da ciddi bir Arap-İran rekabeti yaşanıyor. Bunun yanında Şii-Sünni gerilimi de mevcut. Arap-İran rekabetini diğerine göre daha masum görüyorum; çünkü o en azından ülkelerarası bir çatışma ve diplomasiyle yönetilebilecek bir süreç. Ama Şii-Sünni gerilimi toplumlararası bir çatışma. Toplumlararası çatışmanın nereye varacağını, uzun dönemde etkilerinin neler olabileceğini kestiremiyoruz. Arap ülkelerinin arasında bölünmeler var; bir taraftan “Arap çaresizliği” denilen, kendi sorunlarını çözememe problemi, diğer taraftan da ciddi bir toplum-devlet gerilimi... Ortadoğu ülkelerinin çoğunda gerçek güç veya sosyal tabanı arkasına alan güç iktidarda değil. Baktığımız zaman Irak’ta direnişçiler, Lübnan’da Hizbullah, Somali’de İslami direniş, Afganistan’da Taliban, merkezî iktidarla çatışma içinde. Bu, ülkelerin yönetimlerinin ve siyasal süreçlerin anlamlı şekilde oluşturulması açısından çok önemli bir açmaz. Bütün bunlar Obama yönetiminin önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalacağı çok ciddi meydan okumalar ve Amerika’nın dış dünyadaki prestijini, gücünü ve kabiliyetini restore edip edemeyeceğini de belirleyecek faktörler.
Bush yönetimi söylemde demokrasiye vurgu yaparken, pratikte Ortadoğu’da baskıcı rejimleri destekliyordu. Bu durumun Obama ile değişmesine, yani Obama’nın muhalefette olan ve halkın iradesini yansıtan gruplarla iletişime geçip bir anlaşma zemini aramasına şahit olabilir miyiz?
Aslında bu bir gereklilik. Obama’nın kampanyasında Afganistan merkezdeydi ve burada Bush yönetiminin hata yaptığını söyledi. Obama, Afganistan’da asker sayısının artması gerektiğini söylüyor. Irak’tan çekilecek askerlerin otuz bin kadarının bu ülkeye gitmesi söz konusu. Fakat mevcut durumda Afganistan’daki bütün direnişi veya bütün grupları Taliban diye algılamak çok yanlış. Orada Taliban dışında kalan çok geniş bir kesim var. Ayrıca Taliban’la el-Kaide’yi de aynı kefeye koymamak gerekiyor. Afganistan’da anlamlı bir siyasal süreç oluşturmak istiyorsanız mümkün olduğu kadar fazla grubu bu sürece katmanız lazım. Bunun yolu da bu insanlarla konuşmaktan geçiyor. Oraya asker gönderip sıkı güvenlik önlemleriyle bu sorunun çözülemeyeceği ortada. Irak’taki direnişle konuşulması, Amerika’ya kaybettirmedi. Şu anda Irak’taki mevcut siyasal sistem, bu ülkedeki direnişle konuşulmasa kurulamazdı. Parlamento ve başkanlık seçimlerinin yapılması, siyasal sürecin işlemesi ve kabinenin oluşması, Sünni direnişin siyasal sürece dâhil edilmesinin bir sonucu. Tabii bu muhalif güçlerin de bir şekilde Amerika’yla konuşmanın anlamlı bir süreç üreteceğine inanması gerekiyor. Bu Irak’ta yapıldı. Irak örneğinden hareketle başka yerlerde de bu sağlanabilir. Amerika’yla bu grupların gireceği ilişkinin sonuç doğuracağı ve ülkenin geleceği açısından anlamlı olacağının da net olarak ortaya konması lazım. Yoksa bu muhalefet grupları niye Amerika’yla işbirliği yapsın?
Amerika’nın dış politikasında İsrail-Filistin barışına bazı başkanların -mesela Bill Clinton’ın- daha fazla ağırlık verdiğini görüyoruz. Obama bu konuda ne yapabilir? Böyle bir durumda, İsrail lobisinin Obama üzerinde ne kadar etkisi olur?
Arap ülkelerinde Obama-Hillary ikilisinden beklenti yüksek. Yeniden Madrid ve Oslo süreçlerine benzer bir sürecin yaşanması bekleniyor. Elbette burada unutulmaması gereken, Clinton yönetiminin ikinci döneminden itibaren Amerika’nın barış sürecinde kontrolü kaybetmiş olması. Amerika’nın şöyle bir politik hatası var. Filistin tarafına karşı sürekli bir çifte standart uyguluyor. Halkın desteklediği meşru liderler yerine kendilerinin anlaşabileceği ve birtakım politikaları dikte edebileceği insanlarla konuşuyorlar. Mesela, Hamas/el-Fetih çatışmasında Mahmud Abbas’a sanki ikisinden bağımsız bir tarafmış gibi davranılması bile bu çifte standardı gösteriyor. Halbuki Mahmud Abbas doğrudan bir taraf. Ama onu bağımsız ve ikisinin üzerinde olarak değerlendirip destek sağlanması Filistin siyasetini istikrarsızlaştırıyor. Amerika’nın Hamas’la görüşmesi ve aynı zamanda da Filistin iç siyasetinin yapıcı bir şekilde düzenlenebilmesi için bir “eşit mesafe” politikası gütmesi gerekiyor. Hepsinden ötesi bu ülkedeki demokratik süreçlere saygı gösterilmeli. Bunlar sağlanırsa Amerika’nın Filistinliler nazarındaki imajı düzeltilebilir. Eski politikaların izlenmesi durumunda Amerika’nın burada bir şey yapabileceğini söylemek zor. Filistin-İsrail barışı için güçlü bir arabulucuya ihtiyaç var. Geçmişte Norveç örneğini gördük. Norveç’in en temel problemi güçlü arabulucu olmamasıydı. Güçlü İsrail tarafıyla zayıf Filistin tarafını barıştırmaya çalışıyorsunuz. Bir yandan Filistin siyasetini düzenlemeniz diğer yandan da İsrail’de barışı isteyecek bir siyasal inisiyatifin oluşmasını sağlamanız gerekiyor. Bunu yapabilecek bir numaralı aday ABD olduğu halde şu ana kadar bunu başarabilmiş değil. Önümüzdeki süreçte eski politikalarda değişim olmazsa başarılı olunması için bir sebep yok.
ABD seçimlerinde Türkiye’de akademi ve siyaset dünyası Obama’yı ve McCain’i destekleyenler olarak iki gruba bölündü. Neden böyle bir kamplaşma var?
Entelektüel çevrelerde ve medyada ABD algılaması çok büyük oranda hâlâ Soğuk Savaş parametreleriyle gerçekleşiyor. Burada en önemli sorunlardan birisini de Ermeni soykırımı iddiaları oluşturuyor. Obama kampanyasının Ermeni iddialarına yakın olması McCain’e desteğin en önemli sebebiydi. Yine Türkiye’de bir kesim Amerika’nın muhafazakâr kalmasını arzuluyor. Politikalarında büyük değişiklik yapmamasını istiyor. Statükocu muhafazakâr dış politika algılamasına sahip entelektüellerimiz ve medya değişimden ciddi şekilde korkuyor. Türk dış politikasında da Amerika’da da aynı statükocu çizginin devam etmesini istiyorlar. Bu iki olgu üzerinden McCain taraftarlığı şekillendi.
Obama’yla ilgili durum ise biraz daha ilginçti. Obama taraftarları, Amerika’nın dünyadaki prestijinin ve azalan desteğin yeniden kazanılması ve Amerikan dış siyaseti açısından bir siyahî adayın başkan olmasının bütün dünyaya bir değişim vaadi sunması dışında bir şey söyleyemediler. Burada Obama ile kurulan empati önemli bir etkendi. Amerika’da siyahi bir adayın iş başına geçmesi ile Türkiye’de aynı şekilde siyasetten dışlananların da bir şekilde siyaset sahnesine yeniden girebilecekleri veya siyasette anlam kazanabilecekleri düşünüldü. Yine de Türkiye’de bu konuda anlamlı bir tartışma olmadı.
Peki, Obama’nın başkan seçilmesi Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl etkiler?
Obama yönetimiyle birlikte Türkiye-ABD ilişkilerinin nasıl olacağına dair yeni yeni anlamlı bir tartışma ortaya çıkıyor. Ahmet Davutoğlu’nun Le Monde’daki mülakatı buna iyi bir örnek. Burada iki durum var, ya pasif olarak durup Obama’nın Türkiye için ne ifade edebileceğini düşünmek ya da Davutoğlu’nun yaptığı gibi aktif olup Obama’nın Türkiye’ye karşı alacağı tutumu bu proaktif tavırla oluşturmaya çalışmak. Obama ve ekibi dünyayı okuyor, anlamaya çalışıyor, yeni dönemin vizyonunu oluşturmaya çabalıyor. İşte bu sırada dünyayı nasıl okudukları ve anlamlandırdıkları çok önemli. Bu oluşacak anlam dünyasına bir katkı yapabilirseniz sonuçta Türkiye’ye yönelik politikalarının şekillenmesini de sağlayabilirsiniz. Davutoğlu’nun “Türkiye’yi anlamak için çaba gösterin” mesajı çok önemli.
Kaçınılmaz olarak Ermeni soykırımı meselesi gündeme gelecek. Bu mesele Türkiye’nin her zaman önüne gelen bir problem oldu. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde başlayan normalleşme sürecinin devam etmesi durumunda Ermeni soykırımı iddialarının eski anlamını yitireceğini düşünüyorum. Özellikle, Kafkasya Savaşı sonrası bölge dengeleri ve Amerika-Rusya ilişkilerinin alacağı şekil hesaba katılınca, yakın planda Ermeni soykırımı iddiasının geçmesi pek mümkün değil. Ayrıca Obama’nın iş başına geçmesiyle ABD’nin Irak’tan çekilme, Pakistan ve Afganistan sorunu, Filistin-İsrail ile Suriye-İsrail barış süreci gibi konularda Türkiye’yi çok ciddi bir müttefik olarak yanında bulacağını düşünüyorum. Türkiye Obama yönetiminin olmazsa olmaz bölgesel ortağı. Obama kampanyasına bakıldığı zaman da Türkiye’yle stratejik ortaklığın yeniden tesis edilmesi yönünde ifadeler var. Yine bölgesel politikalarda müttefiklerle beraber hareket edilmesi ifadesi de ne tür bir manzaranın ortaya çıkacağının sinyallerini veriyor. Yeni dönemin çok taraflı bir sistem olacağı ve bu çok taraflı sistemde de bölgesel müttefiklerin önemli rol oynayacağı ve bölgesel aktörlere manevra alanı açılacağı görünüyor. Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kadar olan coğrafyada Türkiye’nin çok önemli girişimleri var. Pakistan, Afganistan ve Hindistan arasında üçlü bir diyalog oluşturma çabaları ve Suriye’yle İsrail arasında devam eden bir barış süreç var. Avrupa’yla İran arasında Türkiye’nin kolaylaştırıcı rolü var. Aynı rolün Amerika ile İran arasında oynanmasına dair Başbakan’ın bir teklifi oldu. Özetle bu kadar aktif bir politika izleyen Türkiye’nin bölgemizde istikrarın ve barışın sağlanmasında ABD’nin en büyük müttefiki olacağını düşünüyorum.
Ortadoğu’da İran’ın daha aktif olma, Amerika’nın da bunu sınırlama çabası var. İran’la ABD arasında nükleer silahlar üzerinden yaşanan gerginlik de bu mücadelenin bir boyutunu oluşturuyor. Obama yönetimiyle birlikte yeni dönemde İran-Amerikan ilişkilerinin ne yönde seyredeceğini düşünüyorsunuz?
Obama’nın seçim kampanyasında İran’a dair iki vurgusu vardı. İlki, İran’la koşulsuz görüşmenin yapılabileceğiydi. Bu bütün dünyada İran’la Amerika masaya oturup pazarlık yapabilir düşüncesini ortaya çıkardı. İkincisi ise insan haklarına yaptığı vurguydu. İnsan haklarına yaptığı vurgunun gerçek anlamda takipçisi olursa İran-Amerika ilişkileri çok ciddi bir çıkmaza girebilir. Bu iki noktadan hareketle ilk bakışta hem olumlu hem de olumsuz bir tablonun ortaya çıkabileceği görünüyor.
Amerikalılar tarafından “nükleer sorun” diye nitelenen durum, İran’da devrimin ve onun oluşturduğu kurumların en önemli başarısı olarak algılanıyor. Nükleer santralleri yapabilmek ve bunun teknolojisini oluşturmak İran için bir meşruiyet sorunu. Bu konuda toplumun çok geniş bir kesiminde ciddi bir başarı vurgusu var. Yani bu İran’da tabana yayılmış çok önemli bir durum ve pazarlıkla hallolabilecek bir mesele değil. Burada yapılması gereken, nükleer projenin barışçı yollarla devam etmesinin sağlanması, ama İran yönetiminin nükleer silah yapmaması. İran içi dengelere baktığınız zaman bu olasılık hâlâ var. İran’da nükleer silaha karşı olan çok ciddi bir kesim var, buna İran’ın dinî lideri de dâhil. Tam bu noktada nükleer silah yapımı için İran’ı iç dengelerden daha çok dış dengeler zorlayabilir. İran’ı tehdit olarak algılamaya ve sıkıştırmaya devam ederseniz Tahran’a nükleer silah dışında inisiyatif tanımama gibi bir durum ortaya çıkar. Burada çok kritik bir eşik var. Baskıyı artırırsanız istemediğiniz sonuca doğru İran’ın gitmesi mümkün. Ama baskıyı azaltırsanız da bu sefer İran üzerinde kontrolü kaybetmeniz söz konusu. Bu noktada hassas bir diplomasi uygulamak lazım ve şu anki Amerika-İran ilişkilerinin şekline bakıldığı zaman bunun sağlanabileceğini söylemek zor. Burada Türkiye’nin ve AB’nin inisiyatifi çok önemli. İlişkilerin yeniden yapılandırılabileceği anlamlı bir seviyenin yakalanması için iki ülke arasında psikolojik irtibatın yeniden sağlanması lazım. Bunun için bir ara aktör gerekli. Bu ara aktörün ciddi çalışması ve süreci hassas şekilde yönetmesiyle Amerika ve İran arasında doğrudan pazarlığın olabileceğini ve bu sorunun çözülebileceğini düşünüyorum. Onun dışında Obama yönetiminin hemen yarın bir şey yapması zor.
Irak’ta ve Afganistan’da önümüzdeki dönemde Obama’yla birlikte ne tür gelişmelere tanık olabiliriz?
Irak’ta imzalanan güvenlik anlaşması çok önemli. 2011’de Amerikan askerlerinin buradan çekileceği söyleniyor. Fakat Amerikan askerlerinin tamamının mı yoksa bir kısmının mı çekileceğini şu anda bilmiyoruz. Bölgeyle ilgili yorumlara bakarsak Amerika’nın askerini tamamen çekmeyeceği ve muhtemelen Kuzey Irak’ta birtakım birliklerin kalmaya devam edeceği görülüyor. O zaman Amerika’nın Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesinden değil, azaltmasından söz etmek gerekir.
Her halükarda Irak’ta ciddi bir yeniden inşa süreci söz konusu. Amerika’nın askerlerini çekmesi veya azaltması dönemine Irak’ın hazırlanması lazım. Ancak buna nasıl hazırlanacağına dair herhangi bir plan yapılmış değil. Şu an Irak’ta çok ciddi bir güvenlik problemi var. Ülkeyi iç savaş ortamından çıkaracak ve yönetim krizinden uzaklaştıracak projelere ihtiyaç var. Bu projeler Irak’taki bütün grupları kapsadığı gibi Irak’a komşu ülkeleri de kapsamalı. Önümüzdeki yıldan itibaren Irak’a komşu ülkelerin, sorun üzerine daha aktif ve üretken bir şekilde çalışması gerekiyor. Çünkü Irak’a yönelik inisiyatif oluşturabilecek, Irak’ın sorunlarının tartışılabildiği ve bölge ülkelerinin katıldığı tek platform şu anda.
Afganistan’da temel sorun istikrar ile güvenlik arasındaki ilişkinin kurulması. Güvenliği sağlamak için alınan askerî tedbirler ve kısıtlamalar istikrarı zedeliyor. Güvenlikten tavizler vererek, güvenlik sorunu olmuş bazı grupları siyasal sürece dâhil etmeniz gerekir. Bakıldığı zaman şu anda Afganistan’ı yöneten elit, nüfusun %20’sinden ibaret. %80’in düşman olarak dışlandığı bir sistemin çalışma şansı yok. Bu %80’den mümkün olan en fazla sayıda kesimi siyasal sürecin içine katmanız, o siyasal süreci yeniden şekillendirmeniz ve daha önceden güvenlik sorunu olarak algılanan grupları bu süreç içerisinde sonuç üretebilecek hale getirmeniz lazım.
Paylaş
Tavsiye Et