Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2009) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
İsrailliler işgalin bedelini ödemiyorlar / Gideon Levy, Haaretz, 19 Temmuz 2009
İsrail Basını
Çeviri: Hilal Öztaş
Gerçekten tüm bunlara kimin ihtiyacı var? ABD Başkanı değerli zamanının ve iyi niyetinin önemli bir kısmını, Arap-İsrail çatışmasını bitirmenin gerekliliği konusunda ikna edici olmaya adamış durumda. Avrupalılar harekete geçmeye hazır, dünyanın yarısı bekliyor; ama hadi gerçeği itiraf edelim: Hakkımızdaki tüm bu şamatanın nedeni ne? Yerleşimciler feryat edip otoyol kavşaklarını tıkayabilirler. İsrail Savunma Ordusu az biraz önemsizleşebilir ve haberler sıkıcı bir hale gelebilir. Golan Tepeleri’ndeki üzüm bağları, tıpkı Ofra’daki yerleşim yerlerindeki butik şarap imalathaneleri gibi kapanmak zorunda kalabilir. 
İsrail’de hayat mükemmel iken kim barış, pazarlık, geri çekilme, ödemek zorunda olduğumuz bedel ve tüm bu gereksiz karmaşayı düşünmek ister ki? Kafeler kıpır kıpır, restoranlar tıklım tıklım. İnsanlar tatildeler. Piyasalar dalgalanıyor. Televizyonlar bizi dilsizleştiriyor, otoyollar sıkışık ve festivaller bangır bangır. La Scala İsrail’deki performansını sergiledi, şimdi sırada Madonna var. Plajlar yerli yabancı turistlerle dolu. 2009 yazı muhteşem. Öyleyse neden bir şeyleri değiştirmek zorunda olalım ki?
İsrailliler işgalin adaletsizliğinin hiçbir bedelini ödemiyorlar. İsrail’de yaşam birçok ülkeden çok daha iyi durumda. Küresel kriz diğer bölgelere oranla İsrail’i çok daha az etkiledi. Fakir vatandaşlarımız var ama onların sayısı gelişmekte olan ülkelerdeki kadar değil; ayrıca zengin ve orta sınıf, krizden çok da fazla zarar görmedi. Güvenlik durumu da formunda: Terörist saldırılar yok. Araplar yok. Ve terörizm problemi yatıştığında, tıpkı son yıllarda olduğu gibi, kim bir “Filistin problemi” olduğunu hatırlıyor? Ordu ve Başbakan Benyamin Netanyahu bizi terörizm tehdidiyle korkutmaya devam edebilir ama en azından bu arada öyle bir tehdit mevcut değil. İran’ın nükleer tehdidi de şu an itibarıyla belirsiz bir ihtimal. İsrail’de hayat şu aralar güvenli.
Doğru, birkaç yıl arayla bir şiddet dalgası ortaya çıkıyor. Fakat bu genelde ülkenin varoş kesimlerinde meydana geliyor ve merkezdekileri çok da fazla ilgilendirmiyor. Sderot’daki Kassam roketleri ya da Kiryat Şimona’daki Katyuşa füzeleri kimin umurunda? Bu şiddet dalgasını her seferinde şimdiki gibi bir sessizlik dönemi takip ediyor. Ayrılık duvarı, medya, eğitim sistemi ve politik propagandalar bizlere unutmaya ihtiyaç duyduğumuz şeyleri unutturacak ve gizlenmesi gereken şeyleri gizleyecek bir illüzyon yaratma noktasında büyük bir iş başarıyor. Onlar oradalar, biz de buradayız ve bir patlama olmadığı müddetçe burada hayat bir kâse dolusu kiraza benziyor. Tıpkı İsviçre’deki gibi… Hatta belki oradan daha da iyi.
Bizler her zaman hayatın zevklerini önemlerine göre nasıl derecelendireceğimizi biliyoruz. Bizler toplumun gerçek dini olan güvenlik kültünü yaşıyoruz ve Holokost’un hatıralarını yaşatıyoruz. İsrail’de keyfinize bakabilirsiniz ve ayrıca kurbanı, tarafı ve sıkıntılıyı da oynayabilirsiniz. Böyle bir yer başka nerede var?
İsrailliler işgalin adaletsizliğinin hiçbir bedelini ödemiyorlar, o yüzden de işgal hiçbir zaman son bulmayacak. İsraillilerin işgal ile ödemek zorunda bırakılacakları bedel arasındaki ilişkiyi idrak edeceği ana kadar işgal sona ermeyecek. Onlar hiçbir zaman bunu kendi inisiyatifleri ile bırakmayacaklar, ayrıca neden bıraksınlar ki?
Ülkenin başına gelen en acımasız terörist saldırılar bile İsraillilerin sebep ile sonuç yani işgal ile terör arasındaki bağlantıyı anlamalarını sağlayamadı. İsrail toplumunu körleştiren ve dilsizleştiren en kötü iki etken olan medya ve politikacılar sayesinde, bizler Arapların öldürmek için doğduklarını, tüm dünyanın bize karşı olduğunu, antisemitizmin İsrail ile nasıl ilişki kurulacağını belirlediğini ve yaptıklarımızla ödememiz gereken bedeller arasında hiçbir bağlantı olmadığını öğrendik.
Büyük mirasımıza yönelik ufukta ne bir uluslararası abluka ne de korkunç bir saldırı görünüyor. Peki, o zaman neden endişelenmeliyiz? Dünyanın geri kalanının İsrail’e kaşlarını çatmaya başladığı doğru. Peki, ama sonuç ne? İsrailliler zaten dünyanın kendilerinden nefret ettiği konusunda emin. Dünyanın zevklerinden mahrum bırakılmadıkları sürece endişelenmeleri için bir neden yok. Onlara neden dünyadan dışlandıklarını sormaya çalışın, herhangi bir özeleştiri yerine hemen dünyayla alakalı küçümsemeler duyacaksınız. İsrailliler sadece keyiflerine bakmıyorlar. Onlar ayrıca kendilerinin, ordularının ve devletlerinin ahlaki seviyesinden de oldukça memnunlar.
Eğer körlük tehlikeli olmasaydı ve pek de parlak olmayan bir son önceden bilinmeseydi, tüm bunlar gerçekten mükemmel olabilirdi. Tel Aviv’de -ve tabii ki Gazze ve Cenin’de- harika bir yaz daha yaşanıyor ama dünyanın bir kısmı yüzümüze haykıracak. Ve biz de, o her zaman olmayı çok sevdiğimiz hayrete düşmüş, zavallı kurbanlar gibi davranacağız.

Tavsiye Et
Obama’nın dış politikasında “son tarih” / Jim Hoagland, The Washington Post, 19 Temmuz 2009
ABD Basını
Çeviri: Ebru Afat
Başkan Barack Obama’nın Afganistan’da, Amerikan güçlerinin sayısı ile bölgeye aktarılan kaynaklardaki artış sayesinde, rüzgârın yönünü değiştirebileceğini gösterebilmesi için önünde bir yılı var. Üstelik bu süre, Afganistan’daki Amerikan birlikleri ve paralarından kaynaklanan ucu açık bir taahhüd de değil.
İran’ın ise Obama’nın randevu talebine, dünyanın en büyük yirmi ekonomisinin (G-20) ABD’nin Pittsburgh şehrinde bir araya geleceği tarih olan 24 Eylül’den önce cevap vermesi gerekiyor. Tahran’ın bunu yapmaması halinde ABD, (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi) Rusya’ya, Çin’e ve diğer kilit ülkelere, İran’a çok daha katı yaptırımlar uygulatma konusunda BM’ye başvurmayı teklif edecek.
G-20 Zirvesi ayrıca Obama’nın, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Filistin Yönetimi ve Arap devletlerinin yaptığı yeni Ortadoğu barışı pazarlıklarını da değerlendireceği tarih olacak. İsrailliler, Filistinliler ve Araplar artık ya birbirlerinin ya da hoşnutsuz Amerikan Başkanı’nın icabına bakabilirler.
Bu benim, Başkan da dâhil olmak üzere, üst düzey Amerikalı yetkililerin son haftalarda yabancı liderlere ya da Amerikan halkına verdikleri demeçleri nasıl okuduğumu gösteriyor. Ortaya çıkan sonuç ise “Obama stili” dış politika yapımının net bir fotoğrafı… Eğer çatışmalar kesinleşmiş kararlara varılarak ve önceden belirlenen mühletlere kadar bitirilebilirse, ABD Başkanı Nobel Barış Ödülü’nü yıllarca parselleyecek demektir.
Eleştirmenler bir tür “zorlu kararları erteleme süreci”ni tanımladığımı söyleyecekler. Ben ise onlarla aynı fikirde değilim, bunun nedeni de şu: Göreve başladığından beri geçen yaklaşık altı ay içerisinde Obama, uluslararası zirveleri ve diğer liderler arası toplantıları, onu ve düşüncelerini bir sonraki teste sürekleyecek siyasi trambolinlere dönüştürmek suretiyle karşı karşıya kaldığı en acil meydan okumalarla başa çıkabilmek için stratejik bir şekilde tasarlanmış “son tarihler” oluşturdu.
Bu yaklaşımın büyük oranda Obama’nın en büyük başarısı olan 2008 seçim kampanyasından ilham almasına hiç şaşırmamalı. Eğer bir tehlike varsa, bu Obama’nın işleri durmadan erteleyen biri olması değil; “son tarihler”in hepsini bir araya toplaması ve kendisine beklenmedik olaylar üzerinde çalışacağı bir oda bırakmaması.
Hükümet henüz resmî olarak Afganistan’daki Amerikan taahhütlerinin yeniden değerlendirilmesi ile ilgili bir takvim oluşturmadı. Bu da Taliban ve El-Kaide’yi oldukları yerde kalma ve Batılı askerî güçlerin ülkeden ayrılmasını bekleme noktasında cesaretlendiriyor.
Fakat savaş yorgunu bir ordu ile savaş sabıkalısı bir orduyu birbirinden ayıran ince çizgiyi tespit etmesi ve buna riayet etmesi gereken Amerikalı komutanlar, Obama’ya ve Amerikan halkına bu işi yapabileceklerini göstermek için 20 Ağustos’taki Afganistan seçimlerinden itibaren önlerinde 12 ay gibi bir süre olduğunun farkına vardıklarını belirtiyorlar. Bundan sonra, ABD’nin sarf edeceği mütereddit bir çaba, 2010’daki Kongre seçimlerinin başlıca meselesi olacak. Böylesi politik anlaşmazlıklar, kamuoylarında Afganistan’da savaş güçleri bulundurmanın son derece gereksiz olduğuna dair bir kanaate sahip diğer NATO ülkelerinde de ortaya çıkıyor. Bu şartlar altında hiçbir ordu savaşmak istemiyor.
Gayet doğrucu biri olan NATO komutanı General Bantz J. Craddock, Atlantic Council tarafından geçtiğimiz günlerde Washington’da düzenlenen bir toplantıda, açıkça “Başarısızlığı desteklemeye daha fazla devam edemeyiz” dedi: “Bir ittifak olarak, bu tarz bir mücadele esnasında bir daha asla yapmamamız gereken pek çok şey var.”
Kanada ve Hollanda gibi ağır kayıplar veren müttefikler, şimdi son derece mantıklı bir şekilde Afganistan’daki taahhütlerini yıllarla değil aylarla hesaplıyorlar. Ayrıca Afganistan’ın Helmand bölgesinde savaşan İngiliz askerlerin verdiği kayıplarda bu ay görülen ani yükseliş, Londra’da da İngiltere’nin bu konudaki dayanma kabiliyeti üzerine beklenmedik ölçüde hararetli bir tartışmanın fitilini ateşledi.
Bu arka plana karşın, Obama’nın söz konusu dalgalanma sebebiyle tetikte bekleyeceği önümüzdeki bir yıl makul bir değerlendirme süresi olacak. Ama İran Obama’nın bu kadar süre beklemesine bile izin vermeyecek gibi görünüyor.
Obama için bundan sonraki diplomatik trambolin, kendisinin ev sahipliği yapacağı ve küresel ekonomiyi iyileştirmek konusunda olduğu kadar İran meselesi ve Ortadoğu barışı konularında da çok taraflı yeni yaklaşımlar geliştirmek için kullanmayı umut ettiği G-20 Zirvesi olacak. Başkan bu ay Avrupa’dan, üst düzey bir Amerikalı yetkilinin bana “Rusya ve G-8 açık arttırması” şeklinde tanımladığı bir konseptle geri döndü.
Obama’nın bu konudaki düşüncelerini bilen bir başka yetkili ise, “Eğer İranlılar o zamana kadar bir cevap vermezlerse, dünya onlara bu işi daha fazla erteleyemeyeceklerini açık bir şekilde belirtmeli” ifadesini kullandı. “Zirve ayrıca İsrail ile Filistinliler arasında ne kadar ilerleme kaydedildiği ve bundan sonra ne kadar kaydedilebileceği konusunda küresel bir değerlendirme için de doğru bir zaman olacak.”
Pittsburgh’taki zirve, Obama’nın İran’a yeni BM yaptırımları uygulatma konusunda Moskova’nın desteğini almak için kur yaptığı Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev için de bir dürüstlük testi olacak. Eğer bu gerçekleşmezse Obama’nın inandırıcılığı büyük zarar görecek.
Obama’nın hazırlıkla geçen sakin yazı, yerini karar zamanı olan hararetli bir sonbahara bırakacak. Ancak ondan sonra ABD Başkanı’nın kendini ve dünyayı, girişimlerinin başarılarına olduğu kadar, muhtemel başarısızlıklarına da hazırlayıp hazırlamadığını öğrenmiş olacağız.

Tavsiye Et
Türkiye AB’ye odaklanıyor / Dagens Nyheter, Ingrid Hedstrom, 18 Temmuz 2009
Çeviri: Feyzullah Yılmaz
Avrupa Birliği’ne bir dönem İsveç öncülük edecek; bu durum “Bugün Avrupa aslında nedir?” sorusunu daha fazla gündemimize almamızı zorunlu kılıyor. Bu soruya cevap bulabilmek için iki temsilcimle beraber Avrupa boyunca bir tren yolculuğuna çıktık ve Bulgar çevrecilerden, Sırp öğrencilere, Avusturya’daki kafe sahiplerinden Fransız itfaiyecilere kadar geniş bir yelpazede altı farklı ülkeden bugünün Avrupalılarıyla buluştuk.
Böyle bir gezinin doğal başlangıç noktası, Avrupa ve Asya arasındaki eşikte duran, canlı, hayat dolu ve dinamik bir metropol olan Avrupa’nın en büyük şehri İstanbul olmalıydı. İstanbul’a vardığımız gün Boğaz, gemilerle nokta nokta bezenmiş gibi görünüyordu. Dünyanın dört bir tarafından yük almış konteynır gemileri, dalgalar arasında ok gibi giden küçük eğlence botları, gri renkli zırhlı savaş gemileri ve İstanbul’un Avrupa ile Asya arasındaki taşımacılığını yapan büyük vapurlar yan yanaydılar.
Hukuk öğrencileri Ceren Tarhanlı ve Deniz Özkan şehrin iş değil de daha ziyade yaşama kısmı olan Asya tarafında bulunan evlerinden, vakti zamanında Bizans imparatorlarının ve Osmanlı sultanlarının ikametgâhı olan Sultanahmet’te bulunan üniversitelerine gidebilmek için her gün bu vapurları kullanıyorlar. Onların okul arkadaşları Begüm Meram ise şimdinin Beyoğlu’su olan, bir zamanlar ise Venedik ve Cenevizli tüccarların yaşadığı eski Avrupa Pera’sındaki evinden Galata Köprüsü’nü geçerek geliyor.
Bu üç genç modern İstanbul kadınıyla Sultanahmet’te bir kafede, onların Avrupa’yı ve Türkiye’nin Avrupa’daki yerini nasıl gördükleri hakkında konuşmak için buluşuyoruz. Temmuz ayının sıcak bir pazartesi günü ve etrafımız İstanbul’un sakinleri ve dünyanın çeşitli köşelerinden gelmiş turistlerle dolup taşıyor. Yan masamızda oturan ve Arapça yazılı bir rehberi inceleyen uzun, siyah renkli elbiseli ve siyah eldivenli kadın, Begüm Meram’ın kısa şortu, yeşil ojeli tırnakları ve Ceren Tarhanlı’nın mini eteğiyle çarpıcı bir zıtlık oluşturuyor.
“İstanbul kozmopolit bir şehirdir ve sadece New York’la karşılaştırılabilir” diyor Deniz Özkan ve Türk kahvesini yudumluyor.
Etrafımızı çevreleyen bu hareketli ve canlı şehir, uzun ve dramatik bir tarihe sahip. Üç farklı imparatorluğa başkentlik etmiş ve birçok farklı isimle anılmış. Nova Roma (Yeni Roma) adı altında 325 yılında Roma İmparatorluğu’nun resmî başkenti olmuş. Roma’nın çöküşünden sonra ise şehir Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olarak Konstantinopolis adını almış.
Barbar İskandinavya’dan gelen koca gözlü Vikinglerin, imparatorun muhafızları olarak yaşadıkları ve Miklagård, yani “Büyük Şehir” olarak adlandırdıkları yer de burasıydı. 1453’te ise Konstantinopolis Türkler tarafından fethedildi ve toprakları Balkanlardan Avrupa kıtasının içlerine kadar uzanan büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti haline geldi.
Fakat bunlar uzun zaman önceydi. Bugün Türkiye AB’nin bir üyesi olmak istiyor; ancak müzakereler son derece yavaş ilerliyor. Etkili Avrupalı politikacılar, Türkiye’nin AB’ye ait olup olmadığını sorguluyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Haziran’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri kampanyası sırasında Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmıştı.
Avrupa’daki insanlar Türkiye’yi anlayamıyorlar” diyor Deniz Özkan.
“Buraya geliyorlar ve buranın Arap dünyasının bir parçası olduğunu düşünüyorlar” şeklinde destek veriyor Begüm Meram ve bunun medyanın bir hatası olduğunu ifade ediyor: “Avrupa gazeteleri ne zaman Avrupa hakkında yazılar yazsalar, başörtülü kadınların resimlerini gösteriyorlar”.
Evet” diyor Deniz ve ekliyor: “Kendimizi Bulgaristan veya Romanya ile karşılaştırdığımda, neden onların AB’ye üyelik noktasında bizden daha uygun olduklarını anlayamıyorum.
Begüm 23 yaşında, Deniz ve Ceren ise 21. Begüm ile Deniz kusursuz ve Amerikan aksanlı bir İngilizce konuşuyorlar, Ceren’in ise Almancası İngilizcesinden daha iyi. Hepsi de ILSA (International Law Students Association)’nın İstanbul Üniversitesi’ndeki iddialı ve idealist üyeleri. Mayıs ayında ILSA’nın yıllık “AB Günleri” buluşmasına katılmışlar. Buluşmanın organizatörlüğünü yapan Ceren, bu yılın temasının iklim değişikliği, şiddet ve töre cinayeti olduğunu söylüyor.
Bizi profesörleriyle tanıştırmak ve İstanbul’daki beş üniversitenin en eskisi ve Avrupa’nın da en eski yüksek eğitim kurumlarından birisi olan üniversitelerine götürmek istiyorlar. Sultanahmet civarında kurulmuş olan İstanbul Üniversitesi’ne, Kapalı Çarşı’nın hafif esintili caddelerinden yürüyerek gidiyoruz. Çarşının içinde yürürken, kızlar da bir taraftan Türkiye’deki üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını tartışıyorlar. Deniz ve Begüm yasağı desteklerken, Ceren yasağa karşı çıkıyor:
“Başörtüsünü yasaklamak, başörtülü kadınları üniversiteden uzaklaştırmak olur”, diyor Ceren ve ekliyor: “Bence eğitim hakkından herkes yararlanabilmeli.”
Üniversite Osmanlı döneminden kalma devlet binalarından oluşuyor ve etrafı da nargile dumanının yoğun olduğu öğrenci kafeleri ile çevrelenmiş. Profesör Füsun Sokullu Akıncı, Türk hukukunda yeni bir alan olan mağdurlar ve kurbanlar (viktimoloj-mağdurbilim), hakkında çalışıyor. O da öğrencileri gibi Türklerin ve Türkiye’nin Avrupa tarafından yanlış anlaşıldığı düşüncesinde.
Avrupalıların gözündeki Türkiye imajının önemli ölçüde, kıtada işçi ihtiyacının had safhada olduğu yıllarda Anadolu’nun köylerinden Avrupa’ya giden vasıfsız işçilerden beslendiğini düşünüyor.
“Alman ve Fransız politikacılar bizi beğenmiyor” diyor Profesör ve soruyor: “Peki, onlar örneğin bizim ilk gerçek ceza yasamızın 1800’lerdeki Fransız Napolyon Yasası’ndan aynen alınmış olduğunu biliyorlar mı?”
Profesör Sokullu Akıncı, Türkiye’nin Avrupa’nın değil de Ortadoğu’nun bir parçası olmasını isteyenler olduğunu dile getiriyor: “ABD, Türkiye’nin Arap ülkelerine bir nevi ağabey olmasını istiyor. Ve bu durum, ABD Başkanı Barack Obama Nisan ayında gerçekleştirdiği Avrupa turunu, Ankara ve İstanbul’a yaptığı iki günlük ziyaretle sonlandırdığında ve Türkiye’yi, huzursuz İslam dünyasında önemli bir ABD müttefiki olarak gördüğünü söylediğinde daha da açık olarak ortaya çıktı.”
İstanbul Üniversitesi’nde konuşma yaptığı sırada Obama’dan pek hoşlanmamış Füsun Sokullu Akıncı: “Saate bakıp, artık bitirmesi gerektiğini ve böylece öğle namazına gidebileceğimizi söylediği zaman şok oldum.”
“Burada öğle namazına giden kaç kişi var ki? Siz gidiyor musunuz?” diye öğrencilerine sordu Sokullu Akıncı. Ceren, Deniz ve Begüm kafalarını salladılar. Bunun üzerine Profesör şunları söyledi: “Biz, Türkiye’nin kendilerine hem yeni bir bakış açısı, hem de yeni insanlar getirebileceğini düşünen bir Avrupa’nın parçası olmak istiyoruz. Sadece pizzacı, temizlikçi değil; fakat aynı zamanda kendi öğrencileri gibi iyi eğitimli ve genç insanlar.”
Avrupa, insan hakları ve medeniyettir, fakat biz de Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri bir parçasıyız” diyor Profesör.
İstanbul’un entelektüellerinin düşünceleri böyleydi. Peki, diğerleri ne diyordu? Fatih, Sultanahmet’ten pek de uzak olmayan, genellikle kırsal kesimden göç etmiş insanların ve daha ziyade dindar Müslümanların yaşadığı, İstanbul’un en kalabalık ve en eski semtlerinden. Ceren, Deniz ve Begüm’ün hiç gitmediği bir yer.
Bir arkadaşlarının orada yaşadığını ve bazen dışarıya kısa etekle çıktığı zaman tacize uğradığını anlatıyorlar. Fakat yine de bizimle pencerelerin dışına asılan uzun çamaşır iplerinin, uzun sakallı erkeklerin ve siyah çarşaflı kadınların sokaklarda daha sıklıkla görüldüğü Fatih’e geliyorlar ve bölgedeki kişilerle konuşabilmemize yardımcı oluyorlar.
İlk durağımız basit bir kahvehane. Erkekler, bir taraftan geleneksel bir Türk oyunu olan tavla oynuyorlar, bir taraftan da çaylarını ya da kahvelerini yudumluyorlar. Duvarlar bazı yerel futbol takımlarının resimleriyle süslenmiş ve tezgâhın üzerine de kem gözlere karşı koruyan mavi boncuk yerleştirilmiş. Kahvehanenin sahibi Ertuğrul Sevil, Ceren ona Türkiye’nin Avrupa’daki yerini nasıl gördüğünü sorduğunda biraz homurdanıyor ve Ceren’e gelecekte iş bulabileceğini düşünüp düşünmediğini soruyor. Kahvede oturanların çoğunun işsiz olduğunu belirtiyor Ertuğrul ve ekliyor:
“Bu ülkede üniversite mezunu çok işsiz insan var. İşe girebilmeniz için bağlantılarınızın olması gerekiyor” diyor kahvehane sahibi ve sanki Türkiye’nin AB’ye dâhil olabilmek için çok fakir ve az gelişmiş olduğunu düşünüyor gibi konuşuyor. Ertuğrul Sevil’e göre, Avrupa gelişmiş, Türkiye ise değil.
Dışarıda sokakta, tepeden tırnağa siyah giyinmiş Aliye Durmoz yürüyor. Bir telefon görüşmesi yapmak için duraklıyor. O sırada Ceren, Deniz ve Begüm ona doğru yürüyorlar ve Türkiye’nin Avrupa’daki yerini nasıl gördüğünü soruyorlar.
“Ah, o konu hakkında bir şey söyleyemem” diyor önce Aliye Durmoz. Fakat kendi fikrini söylemesi için uzun süre ısrar etmemiz gerekmiyor. Türkiye’nin AB üyesi olmasını istediğini söylüyor: Biz bir Avrupa ülkesiyiz. Bana göre, bizi AB üyesi olarak görmek istemeyenler bunu kıskançlıklarından istemiyorlar. İnşallah AB üyesi olacağız. Allah’a güveniyorum”.
Durmoz daha sonra Avrupa’da çalışan akrabalarının olduğunu belirtiyor: “Onların dört çocukları var ve çocuk yardımı alıyorlar. Orada adalet var. Biz burada köle gibi çalışıyoruz, fakat yine de zar zor geçinebiliyoruz”.
“Avrupa, insan hakları ve medeniyettir” diyor Sultanahmet’teki hukuk Profesörü. “Avrupa adalettir” diyor Fatih’teki siyah çarşaflı kadın. Bir zamanlar Avrupa’yı yöneten bir imparatorluğun başkenti olan şehirde, iki farklı dünyadan kadının içinde yaşayan aynı rüya.

Tavsiye Et