ÖTEDEN beri şöyle bir klişe dolanıp durur etrafta: 12 Eylül ile birlikte siyasal bilinç ortadan kalktı, bir depolitizasyon süreci yaşandı ve halk ile siyaset arasındaki bağ koptu. Sayıları günden güne artan “politik sinema” örnekleri, yaşanan bu süreci durdurmaya ve halk ile siyaset arasındaki mesafeyi azaltmaya çalışıyor... Peki, 12 Eylül’le birlikte bir depolitizasyon sürecinin yaşandığı iddiası gerçekten doğru bir önerme mi?
Bu değerlendirmede dikkat etmemiz gereken temel nokta, ortadan kalkan “politika”nın nasıl bir “şey” olduğu esasında. “Politik sinema” ürünlerine bu soruyla birlikte yönelince, ortada belirli türden bir politik algının olduğu görülür. Emekten, sömürüden vs. bahsetmek doğru olsa ve bunları önemsemek gerekse bile, bunlara nereden bakıldığı ve nasıl anlaşıldığı, kurgulandığı ve nihayet temsil edildiği en az ilki kadar önemlidir. Çünkü politika, temsilî bir eylemdir ve biz bir yerde durarak, şeyleri bir şekilde algılar ve politik bir tavır geliştiririz. Sinemanın temsilî bir karakterinin olduğunu bilmemize rağmen, politikanın böylesi bir karakterinin olduğunu unuturuz çoğunlukla. Bir politik sinema örneğiyle karşılaştığımızda, onu sadece bir film olarak görmeyip olan biteni bize nasıl aktardığını da düşünebilmemiz, politik sinemayla bizzat “gerçek hayat”ta politika yapma arasında temsil etme noktasındaki ortaklığı görebilmemiz gerekir. Zira tıpkı bir sinema filmi gibi, politik bir eylemin kendisi de bir temsil ediştir ve Türk sinemasının politik açıdan sıkıntıları, bizzat bu “gerçek hayat”taki politika tarzlarından kaynaklanır son kertede.
Türk sinemasındaki politik filmler, bahsettiğimiz bu sıkıntıyı daha net bir şekilde gösteriyor aslında. Bu filmlerin hiçbirisi, “Gerçekten ne oldu da böylesi bir darbeyle karşı karşıya kaldık?” sorusuna cevap üretemiyor. Bu filmlerin temel derdi, yaşananları seyirciye aktarmak, yani olan biteni betimlemek olarak kodlanabilir. Ancak böylesi bir betimleme çabası, politik bir eylem olarak adlandırılmayı hak etmiyor aslında. Olan biteni hikayelemek, 12 Eylül’de çeşitli yönleriyle yaşananları “tarihsel” bir perspektiften aktarmak, olsa olsa, tarihsel bir ürün ortaya koyabilir. Tarih yapmakla acıyı hatırlamanın paralel gittiği süreçte ise arabesk bir noktaya varılması, acının çoğaltılması ve nihayet yalnızca duygulara dönük bir sinemanın kendini tekrarlayıp durması kaçınılmaz. Oysa politik bir film yapmak, bütün bunlardan sıyrılarak politik bir söz söyleme basiretini gösterebilmektir. Bu ise bütün bu olan bitenin doğru bir analizinin yapılması ve bir şeylerin değiştirilmesine dair gerçekten samimi bir tefekkürle mümkündür ancak. Türk sineması söz konusu olduğunda ise neredeyse hiçbir politik içerikli film, “şimdi”ye dair bir sözü içinde barındıramamıştır; çünkü bu, sorumluluk almak anlamına gelecektir. Genel politik düşünümlerin var olan sıkıntıları göz önüne alındığında, bunun zaten pek de mümkün olmadığı ortaya çıkar.
Sadık Yalsızuçanlar, Bilim ve Sanat Vakfı’nda Türk romanına dair yaptığı bir sunuşta Hz. Hüseyin’in Kerbela’da yaşadığı zulmü anlatırken kendisinden şöyle bir söz aktarmıştı: “Ben adaletin gerçekleşmesi için zulme karşı savaşıyorum. Kendisi küçük dahi olsa zalim olan zulme karşı savaşamaz.” Ve eklemişti: “Bu ilginç bir ilke aslında ve bize edebiyat içinde yardımcı olacak, ona da şamil kılınabilecek bir mahiyete sahip. Yani yazar (siz bunu bir yönetmen yahut senarist olarak okuyun) bizatihi kendisi zalimse zulmü eleştiren bir yazı yazamaz, yazsa da hiçbir etkisi yoktur son kertede. Yazılanlar tarihin çöp sepetine gider yalnızca. ‘Hak ettiği’ odur çünkü. Hz. Hüseyin’in tavrı mutlak adaletin çok net, keskin bir nişanesidir.”
Yalsızuçanlar’ın adaletle ilgili aktardıkları, politik bir sinemanın (diğer edebî ürünler için de olduğu gibi) temel dayanak noktalarını gösteriyor aslında. Bu “adalet” ilkesi bizatihi, siyasetin taşıması gereken bir temel ilke ve bir siyasal eylemden bekleyeceğiniz yegane şey de bu. Dolayısıyla adil bir politik önermesi olan film, meseleyi tarihselleştirme ve günah çıkarma derdine düşmeyen filmdir. Bu ise siyaseti yalnızca darbeyle ilişkili bir mesele olarak görmemekle mümkündür. Başka bir ifadeyle, darbe söz konusu olduğunda görece doğru pozisyon almak, halihazırda akıp giden hayata karşı da aynı tavrı aldığınız ya da alacağınız anlamına gelmez. Hatta asıl mesele, tam da şimdiye dair bir politik önermenizin, doğru, adaletli ve nihayet üzerine düşünülmüş bir sözünüzün olup olmadığı meselesidir.
Öte yandan bu durum, bizi bir filmi neyin politik yapıp yapmadığı gibi önemli bir sorunun eşiğine getiriyor. Bir filmi ne türden bir “öz”ü olunca politik bir film olarak değerlendiririz? Bu sorunun bizim için önemli olan tarafı, siyasetin yalnızca iktidar erkiyle bağlantılandırılarak algılandığını hatırlatması. Bu ise politikanın farkında olmadan belirli bir indirgemecilikle algılandığını gösterir. Buna göre Türkiye şartlarında siyasetten anlaşılan ile bir filmi politik yapan unsurlar birebir örtüşüyor. Çünkü Türkiye’deki ortalama siyaset yapma düzeyi, seçimler, darbeler, partiler, mitingler üzerinden anlaşılıyor. Bütün bunların siyasetle bir ilişkisi olsa da bu algı, diğer alanların siyasal alanla ilişkisinin olmadığı gibi bir iddiayı örtük olarak barındırıyor. Dolayısıyla sanki politik olanla politik olmayanı (sinema özelinde politik ve politik olmayan filmi) birbirinden ayıran bir (hayalî) çizgi varmış gibi davranılıyor. Böylesi bir sahte ayrım ise adaletsiz bir dünya algısının doğal bir sonucu. Adil olmanın belki de en temel vasfı, bu hayatı kompartımanlara ayırmamaktan başlar ki bu da varoluşsal bir tavır alışla ancak gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda politik filmlerde gördüğümüz sözde insani trajediler, bu politik olanın sözde yüceltme eylemine sadece sahte birer destek olmaktan öteye gidemiyor.
Eve Dönüş (2006) filmini birlikte izlediğim arkadaşlarımdan birisi şunu söyledi: “Bu kadar çok 12 Eylül filmi çekilirse olacağı buydu: Sonunda acıyı bile komikleştirmeyi başardılar.” Evet, sonunda acıyı bile komikleştiren bir sözde politik sinema mevcut.
Paylaş
Tavsiye Et