Konuşan: Hilal Turan
Türk sinemasında mekansal açıdan kentten taşraya kayıştan söz edilebilir mi? Bunun toplumsal, ekonomik ve politik süreçlerle ilgisi nedir, yeni sinemanın taşraya ilgisini nasıl okumak gerekir?
Gerçekten de böyle bir kayıştan söz edilebilir. Özellikle de Ege taşrasına… Galiba sinemamızın bir süredir omuz silktiği taşraya yönelme zamanı gelmişti. Sadece aynı coğrafyada film çeken bir ülke sineması herhalde çok sıkıcı olurdu. Nihayetinde, toplumlar dinamik canlılardır. Taşra da örneğin yirmi yıl önceki taşra olmaktan hayli uzak. Sinemamızdaki bu eğilimi bugünün taşrasına çıkılan bir keşif yolculuğu gibi görmek gerek.
Yeni Türk Sineması’ndaki popüler ve sanat filmleri arasında nasıl bir ilişki kurmak gerekir? Bir grubun yalnız ülke sınırları içerisinde diğerinin de yalnız ülke dışında seyirci bulmasını nasıl okumalı?
Popüler filmlerin ve sanat filmlerinin Türkiye’deki şekli ve şemali dünyadaki emsallerinden pek de farklı değil. Sonuçta Fransa’da da ipe sapa gelmez popüler filmler yapılırken, Claude Chabrol filmlerinin gişe şampiyonluğuna oynamaktan hayli uzak olduğunu unutmayalım. Tabii ki bir sinemacının hedefi ikisi de olmalı. Ne var ki, mesele sinemacılarımızın bunu hedeflemekten ısrarla kaçınması. Kaçınmayanlar da var, örneğin Derviş Zaim veya Çağan Irmak gibi… Ancak ikisi de bambaşka sorunlarla meşgul. Zaim’in filmleri beklenen gişeyi yapmak şöyle dursun, maliyetini karşılayamıyor; Irmak ise entelektüel kesim tarafından anlaşılamamaktan muzdarip. Yine de yurtdışından ödüller geldikçe, aradaki boşluk kapanacaktır. Üç Maymun en çok iş yapan Nuri Bilge Ceylan filmi oldu. Gelgelelim, Yumurta, Süt veya Beş Vakit gibi filmlerin kaderi dünyanın her yerinde aynı olurdu. Hem ödül hem de gişe açısından… Bunlar ortalama izler kitlenin beklentilerinin, alışkanlıklarının çok uzağında seyreden filmler.
Türk sineması bağlamında sahih bir eleştiri ve değerlendirme geleneğinin oluştuğu söylenebilir mi?
Yayın organının kendi “Kültür ve Sanat” sayfalarını ciddiye almadığını, dostlar alışverişte görsün misali doldurduklarını düşünürsek, tabii ki sahih bir eleştiri konusunda da yiyecek fırınlar dolusu ekmeğin önümüzde yığılı olduğunu görürüz.
Bağımsız sinema kavramı Türkiye’de nasıl bir çerçeveye oturuyor? Yurtdışındaki pratiklerle bir farklılık söz konusu mu?
Henüz “sektör”den “endüstri”ye dönüşemedik. Haliyle film üretim sistemimiz Batı’daki muadillerine kıyasla hâlâ el yordamıyla ilerliyor ve “hamlık” hâlâ sektörün dört bir yanında. Bağımsız sinema da henüz bir “nosyon”dan ziyade, kaygan zeminde yol alınmaya çalışılan altı boş bir meşgale gibi görünüyor. Bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Çok uzun bir mevzu bu aslında ve birkaç sözle açıklamaya çalışırken yanlış anlaşılacak kimi ifadelere kapı açılabilir!
Devletin politikaları ve yaptığı düzenlemeler Türkiye’deki sinema kültürüne nasıl yansıyor? Son dönemlerde Kültür Bakanlığı’nın verdiği destekleri yeterli ve yerinde buluyor musunuz?
Devletin yapması gerekenler dışında kültüre artı değer kattığı tek bir örnek gösterin, bu sorunuzu öyle yanıtlayayım!
Paylaş
Tavsiye Et