MODERNLEŞMENİN Batı dışı toplumları nasıl ve hangi biçimlerde etkilediği ya da dönüştürdüğü soruları hâlâ geçerliliğini koruyor. Çin’in bir medeniyet olarak hem kendini ötekilere anlatmak hem de ötekilerin kendisini “önyargısız” anlamasını sağlamak için başlattığı “Açılım Politikaları”, modernleşmenin dönüştürücü gücünün tecessüm ettiği sosyal alan ile bunu yönlendirme ve belirleme gücüne sahip siyasal alana dair soruları da gündemimize taşıdı. Başlangıçta düşüncede gerçekleşen bu değişimin asıl dinamiğine şahit olduğumuz alan ekonomi olsa da sosyal ve siyasal alana yaptığı etkiyi de görmezden gelemeyiz. Bu minvalde 5 Temmuz’da başlayıp etkisini gün geçtikçe arttıran “Uygur İsyanı”, ulus-devlet kabına asla sığmayacak bir devletin sosyal, siyasal ve ekonomik istikrarını, uluslararası sistemdeki jeopolitik ve jeoekonomik çıkarlarına feda edebileceğinin bir göstergesiydi.
Çin’in en önemli düşünce akımlarından biri olan Neo-Konfüçyenizm’in kurucularından sayılan Liang Shu Ming, bir medeniyet olarak Çin’in modern dönemde gün geçtikçe öz değerlerinden uzaklaştığını ve böyle devam ettiği müddetçe de içinde bulunduğu dipsiz kuyudan asla çıkamayacağını dile getirir. Özellikle toplumsal hayattaki bozulmalara karşı alternatif bir düşünce geliştirmek isteyen Ming, geleneğin yeniden keşfinin, modern Çin toplumu için kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu vurgular. Her ne kadar 1978 sonrası ekonomik açılımla beraber komünist dönemde ortadan kaldırılmak istenilen geleneksel değerler yeniden gündeme geldiyse de, bugün Çin’de sosyal ve siyasal anlamdaki tartışmalar, “Nereye kadar değişim?” sorusu merkezinde dönüyor.
Değişimin Yerel Sancıları
1933’te Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ile 1949’daki komünist devrim arasında Çin’de yaşanan iç savaş esnasında, Çin’in Orta Asya ile kurabileceği ilişkinin de sınırları çizilmişti. Ve bu sınır, sosyal ve siyasal anlamda bugünkünden daha gerçekçi bir sınırdı. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın sonu ve komünist devrim, her büyük savaş sonrası yapılan devletlerarası düzenleme gibi yeni bir düzenlemeyi de beraberinde getirdi ve bir devlet özerk bir bölgeye dönüştürüldü. 1949 sonrasında Mao Zedong ve ekibinin en çok tartıştığı konulardan biri olan “yeni” halklara “yeni” devlet içinde nasıl bir konum belirleneceği meselesi, Tibet, İç Moğolistan ve Doğu Türkistan’ın (Şincan) devrimin ilk yıllarında özerk bölge olarak ayrılması sonucunu doğurdu. Ancak siyasal olarak masa başında çözüldüğü varsayılan meseleler ne yazık ki uygulamada başarısız oldu.
Devrimden önce devlet, devrimden sonra özerk bölge merkezli gidiş gelişler yaşayan Uygur halkı için 1978 sonrası yeni bir umut olarak okunabilir. Çünkü “Açılım Politikaları” sonrasında Çin için bölge sadece ekonomik olarak sömürülecek bir alan değil, ekonomik ve sosyal düzenin tesisi için pazar ve istikrar unsuru olarak da görülmeye başlandı. Çin’in bölgeye yönelik siyasetindeki bu değişim, hem olumlu hem de olumsuz sonuçları barındırıyor. Olumlu sonuçlardan biri, başkent Urumçi’nin modern bir şehir olarak yeniden kurulmasıdır. Böylece Uygurlar ve Çinliler için yeni istihdam alanları oluşturulmaya çalışıldı. Fakat serbest piyasanın nimetlerinden faydalanmak adına bölgede yapılan reform sayılabilecek düzenlemelerin sosyal ve siyasal anlamda bir serbesti getirmemesi, Çin’in en temel çelişkilerinden birini oluşturuyor. Uygurların iş bulmada ve işçi tercihlerinde Çinlilerden farklı bir şekilde ayrımcılığa tabi tutulması bunun başlıca örneği.
Olumsuz bir sonuç olarak ise Urumçi’ye dengesiz bir şekilde yapılan devlet destekli iç göç sonucunda nüfus dengesinin %75,3 Çinli, %15,8 Uygur olarak şekillenmesi ve bunun yol açtığı sosyal ve kültürel sorunlar sayılabilir. Önceki isyanların olduğu gibi 5 Temmuz isyanının da en temel sebeplerinden biri, bu dengesiz nüfus mübadelesi. Nüfus mübadelesinin diğer boyutunu oluşturan Uygurların Çin’in iç kesimlerine göçü de Uygurlar açısından olumsuz sonuçlar doğuran bir gelişme. Son olarak da bölge halkına yabancılığından dolayı Çin’in bir türlü kurtulamadığı din karşıtı politikalar, isyanın başlıca sebepleri arasında gösterilebilir. Ming’in geleneğin keşfinde ortaya koymak istediği “uyumlu birliktelik”, mevcut yönetimin keşfedemediği ana sorunlardan biri. Çin’in Tibet ve Şincan’da dinî ve etnik, Tayvan’da ise ideolojik farklılık nedeniyle yaşadığı sorunlar ile komşuları Japonya ve Güney Kore’yle ilişkilerinde karşılaştığı meseleler, aynı kısır döngünün sonucu.
Jeopolitik Bir Kavga Olarak Uygur Sorunu
Diğer yandan çıkar merkezli bir oyun olarak gördüğü uluslararası ilişkilerde her daim dışarıya veya dışarının etkisine açık olan Çin, güçlü ve yerel bir medeniyet olarak tarih boyunca bu müdahalelerden kaçıp, oyunu kendi tanım ve kavramlarıyla oynamak istedi. Nitekim Çin’in uluslararası ilişkiler yorumunda çok kadim kavramlar olan “ana kara” ve “tek ülke”nin bugün bile kullanılıyor olması, bu ülkenin kendi tanımlarına verdiği önemi gösteriyor. Ancak modernleşme ile baş gösteren kendini yeniden okumak ve geleneğin keşfi gibi kavramlar Çin’i, ulus-devlet sınırlarına ve anlayışına hapseden siyasi düşünceleri sorgulamaya itti. Bu düşüncelerin çatıştığı ortamın mevcut jeopolitik ve jeoekonomik gerçeklik alanına tevarüsü, başta Doğu Türkistan, Tibet ve Tayvan olmak üzere çok boyutlu sosyal ve siyasal sorunlara yol açtı.
Örneğin, kadim “ana kara” kavramı ile komünist devlet aygıtının Doğu Türkistan için kullandığı “yeni topraklar” (Xin Jiang) tanımı açıkça birbiriyle çelişmesine rağmen Çin, enerji ve hammadde açığını kapatacak jeoekonomik bir alan olarak bölgeyi “ana kara”ya katan siyasi kararları kolaylıkla alabiliyor. Bu kararların sonuçlarını, son olaylarda açıkça gözlemlemek mümkün. Diğer yandan Rusya, Orta Asya ve Hindistan ile stratejik bir sınır olan bölge, Çin için vazgeçilemez olarak algılanıyor. ABD’nin bölgeyi Afganistan ve Pakistan müdahaleleri ile kendi kaderine terk etmeyeceğinin farkında olan Çin ise ne yazık ki bölgedeki Uygur sorununu tamamen dış (yani ABD) merkezli bir sorun olarak okumayı sürdürüyor. Rabia Kadir isminin olaylar süresince gündemde tutulması da bunun en bariz göstergesi.
Çin’in modern tarihi boyunca varlıklarını çok etkin bir şekilde sürdüren Uygurlar, Çin’de yaşanan her değişim gibi küreselleşmenin getirdiği yeni değişimden de etkileniyorlar. Uygur halkının, her kriz döneminde yaşanan istihdam probleminin ilk mağdurları olmalarından dinlerini özgürce yaşayabilmelerine kadar uzanan sorunlarının çözümünde hem Uygurların hem de Çinlilerin yumuşak bir politikanın yollarını aramaktan başka çareleri bulunmuyor. Çin karşıtlığı ve düşmanlığı ile örülmüş bir Uygur zihniyetinin bölgenin alternatif jeopolitik ve ekonomik baskı unsurlarından (ABD, Rusya ve Hindistan) kurtulmasının imkanı yok. Çin de bölgeyi sadece ekonomik bir sömürü alanı olarak görüp kendi modernleşme tarihinin getirdiği sosyal, siyasal ve ekonomik sorunları görmezden geldiği müddetçe siyasi istikrardan ilelebet mahrum bir güç olarak kalmaya mahkum.
Paylaş
Tavsiye Et