Yönetmen-Senaryo: Bent Hamer Oyuncular: Bard Owe, Espen Skjonberg
Yapım: Norveç, 2008, 91 dk.
Victor-Emile Michelet, “İnsanın gençliğini fethetmesi, kösteklerden kurtulması, gençliğin ilk atılımıyla yaşayabilmesi için oldukça ileri bir yaşa erişmesi gerekiyor.” derken son derece haklı. Gerçekten de modern hayat döngüsünde gençlikle özdeşleşen “özgürlüğe” sanılanın aksine çok geç ulaşılıyor. Hayatın mesai artı diğer rutinler, alışkanlıklar şeklinde ilerlediği modern dünyada, fiziksel olarak avuçtan kayıp giden gençlik, gerçekte oldukça ilerleyen yaşlarda karşısına çıkıyor insan tekinin. Zira alışkanlıklar, insana belli ölçüde hapis hissi yaşatsa da buna mukabil ciddi bir güvenlik alanı da oluşturuyor. “O mu bu mu?” sorularının bitmek tükenmez tekrarından kaçışı da beraberinde getiriyor, her sabah işe giderken tercih ettiğimiz yol, arkadaşlarımızla sürekli gittiğimiz cafe, çayımıza attığımız şeker sayısı vs.
Odd Horten tüm bu alışkanlıklar evreninde “tam kendine göre” yaşayan bir tren makinisti. Yusuf Atılgan’ın tabiriyle ifade edersek, bildiğimiz “elipaketli”lerden. Her sabah aynı yemek çantasını hazırlıyor, evden çıkmadan önce kuşlarını yemliyor ve onların üstünü örtüyor, sürekli aynı tütünü içmek şartıyla pipo da kullanıyor ve çok konuşmayı sevmiyor. Oslo-Bergen hattında makinistlik yapan O’Horten, her gün aynı, bitmek bilmez yollardan, köprülerden geçiyor. Ta ki bir gün emeklilik vakti gelene kadar. Artık hayatını dilediğince yaşamakta özgürdür, özgür olmasına O’Horten. Ancak bu özgürlükle ne yapacağını bilemez. Başına gelen tuhaf olaylarla (kendini, gözlerini bereyle kapatarak araba süren bir adamın yanındaki koltukta buluvermek gibi) O’Horten çok fazla üzerinde düşünmediği “kendi”sini yeniden bulmaya çalışacaktır.
Mutfak Hikayeleri, Factotum (Charles Bukowski uyarlaması) ve Yumurtalar gibi güçlü felsefi sorgulamaları son derece mizahi hatta kimi zaman absürde varan bir anlatımla birleştirebilen filmleriyle, Norveç sinemasına adeta “ben de varım” dedirten Bent Hamer, son filminde 40 yıl boyunca saat gibi işlemiş bir hayatın ardından emekli olan “sudan çıkmış balık” kıvamındaki Odd Horten’ın kendini keşfetme öyküsüne odaklanıyor. Eleştirmenler tarafından “uygulamalı varoluşçu felsefe” olarak tanımlanan filmde, O’Horten’ın emeklilikten önceki son trenini kaçırması, aslında hayatı boyunca kaçırdığı fırsatların hayal kırıklığıyla neredeyse eşitleniyor. Horten’ın gerçekleştiremediklerinin, sessiz bir ilişki kurduğu annesinin geçmişte bir yerde “dondurulmuş” olan kayakta atlayış yapma hayaliyle özdeşleşmesiyle film giderek psikolojik bir boyut da kazanıyor.
2008 Trondheim En Yenilikçi Film; En İyi Senaryo; En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alan O’Horten, başrol oyuncusu Bard Owe’ın muhteşem mimikleri ve arka plandaki karlı Norveç manzaraları ile Kuzey mizahının dondurucu soğuğunu hissedebileceğiniz seyre değer bir yapım.
Tavsiye Et
Yönetmen: Jan-Luc Godard Oyuncular: Eddie Constantine, Anna Karina
Yapım: Fransa/İtalya, 1965, 99 dk.
Alpha-60: Ölümün anlamı nedir?
Lemmy Caution: Bir daha ölmeyecek olmak.
Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden Godard, kendine has deneysel filmleriyle, Hollywood’un alışılagelmiş sinema kalıplarına meydan okuyan bir auteur yönetmendir. Kara filmden, bilim kurguya sinemanın tüm türlerini, o türlerin klişelerine meydan okuyarak kullanan Godard, sıçramalarla, kesmelerle, seyirciyle konuşmalarla filmlerinde klasik sinemanın aksine seyirciye sürekli “Bu bir filmdir” mesajı verir. Tümüyle Godard tarzı bir bilim kurgu olan Alphaville’de dedektif Lemmy Caution, “dış dünya”dan Alpha şehrine, Alpha-60 adlı büyük bilgisayarı yok etmek için gazeteci kimliğiyle gönderilir. Neden, sevgi, vicdan gibi kelimelerin anlamının unutulduğu, ağlamak gibi duygusal davranışların ise ölümle cezalandırıldığı Alpha şehrinde Alpha-60, şehirdeki herkesin düşüncelerini ve hareketlerini kontrol etmektedir. Toplumun mekanikleştiği bu sistemi çökertebilecek tek şey ise aşktır. Cesur Yeni Dünya, 1984 gibi distopyalardan etkilenen anlatımıyla Alphaville, seyri zor ama arşivlerde muhakkak yer alması gereken bir Godard klasiği.
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Quentin Tarantino Oyuncular: Brad Pitt, Samuel L. Jackson
Yapım: ABD/Almanya/Fransa, 2008, 140 dk.
Amerikalıların İkinci Dünya Savaşı’na ciddiyetle yaklaşan filmlerinden sonra, kendi benliklerine övgü mahiyetinde çektikleri ve Avrupa’yı Nazi zulmünden kurtardıkları filmlere eleştiri sayılabilecek bir film Soysuzlar Çetesi. Sinemayı bir metafor olarak kullanmayı seçen Tarantino, yönetmenlik serüvenine ılımlı, mizahi ve Teksasvari bir film ekledi. Soysuzlar Çetesi’nde Yahudiler kurtarılmayı beklemeyip kendileri atağa geçiyor. Ezberlediğimiz Nazi işkence varyasyonlarının intikamını, soysuzların Nazi kafa derisi yüzme şovlarıyla hafifletiyoruz. Sinema tarihindeki birçok yapıttan esinlenerek ortaya çıkmış hissi veren Soysuzlar Çetesi, Tarantino’ya ait zekice bir hamleyle Nazilere yapılan işkenceyi konu ediniyor. “Bir zamanlar Nazi işgali altında Fransa” başlığı ile açılan film, yönetmeninin vazgeçemediği kıvamda, yani chapter chapter ilerliyor. 1941’de Fransa’nın Alman orduları tarafından işgalini arka planına alan ilk bölüm, Yahudi aile Dreyfus’ların Nazi albayı Hans Landa tarafından Perrier LaPadite’in evinde bulunması ile başlar. Ve tüm Dreyfus’ları öldüren Landa, aile fertlerinden Shosanna’yı elinden kıl payı kaçırır. Paris’e yerleşip sinema salonu işletmecisi sıfatıyla yeni bir kimlik edinen Shosanna, 1944’te Landa ile bir aşk hikâyesinin uzantısı olarak yeniden karşılaşır. Diğer bölümde Avrupa’nın başka bir yerinde Nazilere yönelik intikam eylemlerini organize eden Teğmen Aldo Raine ve çetesi ile tanışırız. Gizli ajanlık yapan Alman kadın sanatçı Bridget von Hammersmark da Teğmen Aldo’nun çetesine dâhil olur. Shosanna’nın sinemasında gösterilecek Goebbels’in propagandist söylemlerinin ürünü olan bir filmin galasına Führer dâhil üst düzey tüm Naziler davetlidir. Bu önemli gece, Shosanna, Aldo Raine ve Hammersmark’ı aynı amaç için buluşturur. Birbirlerinden habersiz Shosanna ve Raine o gece sinemayı havaya uçurmayı planlar. Goebbels pekiştirmesi ile propaganda ve kurguyu bir araya getiren Tarantino, filmi spaghetti western tadında başlatıp, Sergio Leone esintisinden nasibini aldıktan sonra kendi imzasına ustaca ulaşır. Soysuzlar Çetesi, abartılı karakterleri ile neredeyse akıllara Tenenbaum Ailesi’ni getiriyor. Brad Pitt’in karikatürize oyunculuğu etkileyici olsa da Albay Landa müthiş bir performans sergileyerek Aldo Raine’i gölgede bırakıyor. Klişeleri ile bir Tarantino filmi olan Soysuzlar Çetesi, yönetmenin alışıldık zekâsından sadece kırıntılar sunuyor. Tarantino’nun “anormallik”lerini sevenler için ne yazık ki filmin daha klasik bir öyküleme ile ilerlediği söylenebilir. Filmografisinde sırıtmayacak kadar Tarantino, acaba dedirtecek kadar western kokan Soysuzlar Çetesi’nde, yönetmen ustalığını şımarıkça ve hakkını teslim ederek kullanıyor.
Tavsiye Et