Yönetmen-Senaryo: Derviş Zaim Oyuncular: Mehmet Ali Nuhoğlu, Settar Tanrıöven
Yapım: Türkiye, 2008, 85 dk.
Türk sinemasının hep şikayet edegeldiğimiz “kendine has bir dili olmama” sorununu aşma konusunda, onun geleneksel sanatlarla hem biçim hem de içerik olarak ilişki kurabilmesi, önemli bir imkan. Ancak son dönemlere kadar Yavuz Turgul’un Gölge Oyunu gibi bu alanda çok sınırlı sayıda örnek verebildi Türk sineması. Tabutta Rövaşata ve Çamur filmlerinden hatırlayacağımız Derviş Zaim ise son dönem Türk sinemasında geleneksel sanatlarla sinema üslubu arasında bir sentez oluşturmaya çalıştığı üçlemesiyle öne çıkıyor. Susurluk olayının arka planına odaklandığı politik filmi Filler ve Çimen’de ebru, İstanbul’da on yedinci yüzyılda yaşayan bir minyatür ustasının yasak olan Batı tarzı resme duyduğu ilgi nedeniyle yaşadığı gerilimi anlatan Cenneti Beklerken’de minyatürü temel alan Zaim, son filmi Nokta’da da hüsnü hatta odaklanıyor.
Film, Moğolların istila etmek üzere olduğu bir kentte bir hat ustasının toprağa noktası eksik bir “afallahu anh” yazmasıyla başlıyor. Hattat’ın yardımcısı mürekkep getirmeye gidip, bir daha geri dönmediği için yazı tamamlanamıyor. Sonra, günümüzde yaşanan bir hırsızlık olayına bağlanıyoruz. Ahmet, yakın bir arkadaşının ön ayak olması ile tarihî değeri yüksek bir Kur’ân’ın çalınmasına istemeden bulaşıyor. İyi niyetle yapılan bu Kur’ân hırsızlığı, insanların ölümüyle sonuçlanıyor. Olaya gönülsüzce karışan genç hattat Ahmet ise çektiği vicdan azabından kurtulmanın peşinde. Derviş Zaim, hat estetiği ile sinema estetiğini birleştirmeye çalıştığı filminde anlattığı bu hikayeyle “suç, ceza ve vicdan”, “kötülük problemi” gibi felsefi sorgulamalara girişiyor. Finalde “afallahu anh”ın noktası insan olurken, “nun” ile özdeşleşen “insan”, hep noktasız, hep eksik kalmaya mahkum oluyor.
Temiz bir kağıdı andıran Tuz Gölü’nde “tek zeminde, tek seferde” yazılan hat gibi “tek planmış” gibi çekilen filmde Zaim, geçişleri kameranın yer ve göğe tilt hareketleriyle sağlıyor. Oyunculukların (Derviş Zaim sinemasında genel olarak rastladığımız şekliyle) son derece teatral olması ve senaryoda, bilhassa diyaloglardaki zayıflık aslında son derece büyük bir iş yapmaya çalışan Nokta’yı güdük bırakan unsurlar.
“Tanrı özü itibarıyla iyiyse, ondan nasıl kötülük sudûr eder?”, “Kötülük neden var?”, “İyi niyetle yapılan bir şey neden kötülükle sonuçlanır?” gibi ciddi soruların etrafında dönen hikayenin bu soruların hakkını verdiğini söylemek çok güç. Ancak yine de hat estetiğini sinemaya taşıma anlamındaki başarılı çabası ve Mazlum Çimen’in filmin ruhunu kavrayan müzikleri, Nokta’yı kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film kılmaya yetiyor.
Tavsiye Et
Yönetmen: Giuseppe Tornatore Senaryo: Giuseppe Tornatore, Vanna Paoli
Oyuncular: Jacques Perin, Philippe Noiret
Yapım: Fransa/İtalya, 1988, 123 dk.
Toto: Bunlar kimin sözleri; John Wayne, Humprey Bogard?
Alfredo: Kimsenin sözleri değil, benim sözlerim...
İkinci Dünya Savaşı sırasında bir İtalyan kasabasında geçen Cinema Paradiso, küçük bir çocuk olan Salvatore (Toto)’nin, sinemada projeksiyoncu olarak çalışan yaşlı Alfred ile arkadaşlığını anlatır. Alfred’in yanında sinemanın tüm inceliklerini öğrenen Salvatore’nin çocukluktan çıkıp iyi bir yönetmen olup köye geri dönüşüne kadar geçen sürede “film şeridinden akan” aşk acısı ve türlü hayal kırıklarıyla dolu öykü, savaş sonrası İtalya’sına ve sinema tarihindeki önemli gelişmelere de ayna tutar.
1989 Cannes Film Festivali Jüri Özel Ödülü’nün yanı sıra aynı yıl En İyi Yabancı Film Oscar’ını da alan Cinema Paradiso, mutlu aşkların sadece filmlerde olduğunu söylese de, hümanist tavrından ve Avrupa sinemasının karamsarlığından uzak iyimserliğinden taviz vermiyor. “Sinema aşkı”nı tüm yönleriyle masaya yatıran Giuseppe Tornatore’un başyapıtı Cinema Paradiso, hayata pelikülden bakan tüm sinema tutkunlarının arşivinde yer alması gereken bir yapım.
Tavsiye Et
Yönetmen: Ron Howard Senaryo: Akiva Goldman, David Koepp
Oyuncular: Tom Hanks, Ewan McGregor
Yapım: ABD, 2008, 140 dk.
Popüler kitap listelerinin es geçilmeyecek yazarı Dan Brown’un aynı adlı romanından uyarlanan Melekler ve Şeytanlar, bir cinayetle başlıyor. İlk cinayetle komplike bir intiba uyandırmayan hikayenin zamanla Vatikan rahiplerinden ve Vatikan geçmişinden öç almak için düzenlenen bir cinayetler silsilesi olduğunu anlaşılıyor. İlluminati adı ile işlenen cinayetlerin asıl hedefi Papalık makamına aday 4 kardinaldir. Da Vinci Şifresi’nin baş karakteri olan simgebilimci Robert Langdon, Melekler ve Şeytanlar’da da dudak uçuklatacak tarih bilgisi ve zekası ile olaya müdahale eder. Illuminati olarak bilinen ve tarihteki en güçlü organizasyon olan, kadim ve gizli bir kardeşliğin tekrar ortaya çıktığına dair kanıtlar bulur. Her saat başı kaçırılan bir rahibin doğadaki dört element kullanılarak öldürüleceğini anlayan Langdon, ipuçlarını birleştirerek rahipleri kurtarmaya çalışır. Bir İtalyan bilimci olan Vittoria Vetra ile güçlerini birleştiren Langdon, Vatikan’ın hayatta kalmak için sahip olduğu tek umudu olan 400 yıllık Aydınlanma Yolu’nu takip eder.
İyi ile kötünün savaşı olarak ele alınması gereken Melekler ve Şeytanlar, din ile bilim arasındaki çatışmayı sürükleyici bir maceraya dönüştürür. Dan Brown, kitabında mümkün olduğunca objektif bir tavır sergilerken, Vatikan’a duyduğu sempatiyi de hissettirir. İnanç üzerine birçok prototipin barındığı film, Langdon’un dinî inancını sorgulayan rahibe, akademisyen olduğu cevabını vermesi ile din ile bilim arasındaki çizgiyi netleştirir. Da Vinci Şifresi ile Melekler ve Şeytanlar, iki kitabın kurgu mantığının benzerliği dolayısıyla birçok paralellik sunmasına rağmen, Melekler ve Şeytanlar kendini daha profesyonel bir çizgide var ediyor. Zira iyi ile kötünün, melek ile şeytanın, bilim ile dinin savaşı olarak diyalog ve mantık akışı ile daha derin bir felsefi açılım sunabiliyor. Dan Brown’un kitaplarındaki aksiyonel kurgu, Da Vinci Şifresi’ne göre son filmde, kitaptakine daha sadık kalarak ilerliyor. Tom Hanks, kıvrak zekası ve korkusuzluğu ile Harvard’lı simgebilimci Robert Langdon rolünü bir kez daha üstleniyor. Ron Howard’ın tekrar yönetmenlik koltuğuna oturduğu filmin en başarılı performansını ise Big Fish gibi efsanevi filmlerin başrol oyuncusu olarak hatırlayacağımız Ewan McGregor gösteriyor. Kurgu mantığı ve gezindiği mekanlar açısından Melekler ve Şeytanlar, Dan Brown’un kitabının hakkını teslim edip başarılı bir uyarlama olarak değerlendirilirken özellikle Da Vinci Şifresi’nden sonra yaşanılan hayal kırıklığının üzerine kendi başına sıkıcılıktan uzak iyi bir aksiyon filmi olarak izlenebilir.
Tavsiye Et