BANKALARIMIZ birçoğumuzu şaşırtıyor. Şaşırıyoruz; çünkü kâr rakamları iyi. Atlantik’in öte yakasından gelen haberler bir süredir kötü; hem yatırım hem de ticaret bankaları bırakın kâr yapmayı, ayakta bile zor duruyor. Keza Atlantik’in Avrupa yakası da parlak sayılmaz. Ancak Türkiye’deki karamsarlığın nedeni daha çok reel sektör kaynaklı. Çoğu sektör zor durumda; yurtiçi ve yurtdışında satışlar geriliyor, kârlar düşüyor, şikayetler artıyor. Böyle bir ortamda bankaların kârı göze batıyor.
Öncelikle şunu gözden kaçırmamak gerekir. Amerikan bankalarının sorunu hem farklı hem de çok büyük. Bilançolarında bir zamanlar değerli olduğu düşünülen, ancak şimdilerde beş para etmeyen karmaşık menkul değerler var. Zararlar bu yüzden muazzam. Bizim bankalar ise iki açıdan şanslı. Birincisi, o tür karmaşık menkul değerler portföylerinde yok. İkincisi, 2001’deki krizden sonra bankacılık sistemimiz yeniden yapılandırıldı. Sermaye yapıları güçlendirildi. Artık dünya standartlarının hayli üstünde bir sermaye yeterlilikleri var. Risklere karşı da daha muhafazakârlar. Özellikle kur riski yakın gözetim altında. Bu özellikler bizim bankaları eskisine göre daha sağlam kılıyor. Sağlam bankaların sağlam kârları oluyor.
Şirketlerin zorda olduğu bir dönemde bankaların kârlı olmalarının başka nedenleri de var. Öncelikle, küresel ekonomik kriz ilk etapta reel sektörümüzü daha çok etkiledi. Türkiye’nin kredi ve dış ticaret olmak üzere iki kanaldan etkileneceği aşikârdı. Finansman yapımız ve ihtiyacımız göz önüne alındığında kredi kanalının daha ciddi bir risk olacağı tahmin ediliyordu. Şu ana kadar yaşadıklarımız ise hem yurtiçinde hem de yurtdışında hızla daralan talep nedeniyle ticaret kanalının daha etkili olduğunu gösterdi. Görülen o ki, Amerika’daki finansal kriz tüm dünyayı küresel bir durgunlukla karşı karşıya bırakıyor. Türkiye’nin değişen dış ticaret mallarının kompozisyonu, dış konjonktür hassasiyetini artırıyor. Otomobil gibi daha teknolojik ve katma değeri daha yüksek ürünlerin ihracatımızda ağırlık kazanması nedeniyle gelişmiş ülkelerde talebin düşmesi dış ticareti olumsuz etkiliyor. Bu ürünlerin tamamının yurtiçi piyasada tüketilmesinin güçlüğü düşünüldüğünde, özellikle dışa açık sektörlerin neden daha çok zorlandığı daha iyi anlaşılıyor. Bu zorlukların şirketler kesimine geçen yılın son çeyreğinden itibaren hızla yansıdığı görülüyor.
Bu aşamada söz konusu şirketlerin kredi ilişkileri düşünüldüğünde bankaların da etkileneceği muhakkak. Ancak kredilerin batık kredilere dönüşmesi zaman alıyor. Tahsili gecikmiş alacakların toplam kredilere oranı henüz %4’ler dolayında. Bu iyi haber. Dolayısıyla bankaların geçtiğimiz yılı kârla kapatmaları normal karşılanmalı. Kötü haber ise tahsili gecikmiş alacakların artacak olması. Geri dönmeyen krediler bir zaman sonra bankaların mali tablolarına yansıyacaktır. Denilebilir ki, reel kesim toparlanamazsa, bankaların kredi kaynaklı kârları da yılın ikinci yarısından itibaren azalacaktır.
Bankaları özellikle son aylarda kârlı kılan başka bir unsur daha var. O da banka aktiflerinde devlet iç borçlanma senetlerinin (DİBS) yüksek payıyla ilgili. Bilindiği gibi bankalarımız son 6-7 yılda önceki dönemlerin aksine aktiflerinin önemli bir kısmını kredilere dönüştürdü. Artan krediler de ekonominin canlanmasına ciddi katkıda bulundu. Bu dönemde DİBS’lerde yani devlete verilen borçlarda ciddi azalmalar oldu. Ancak bu rakamlar gelişmiş ülkelere göre halen oldukça yüksek düzeylerde seyrediyor. Bankaların toplam aktiflerinin %30’u menkul değerler cüzdanından oluşuyor. Başka bir deyişle bankalar toplam mevduatın %45’ini menkul değerlere yatırıyor. Bankaların kârlarında menkul değer faizlerinin önemli bir payı olduğu görülüyor. Bu pay özellikle son aylarda yükseliyor. Mevduat bankaları neredeyse kredi faizlerinin üçte biri kadar bir tutarı menkul değer faizlerinden kazanıyor. Faizlerin 2009 yılında hızla düşmesi menkul değer portföyleri yüksek bankaları daha kârlı kılıyor. Hem ellerindeki kağıtların faizleri piyasaya göre yüksek kalıyor hem de düşen faizler nedeniyle sermaye kazancı elde ediyorlar. Özetle, bankaların görece yüksek kârlarının ardında, düşen faiz ortamında ellerindeki yüksek faizli menkul kıymetlerden kazandıkları faiz gelirleri yatıyor.
Böyle bakıldığında bankaların kârları tabii ki şaşırtmıyor. Ancak başka bir nokta daha var. Merkez Bankası’nın hızla faizleri indirdiği bir ortamda bu indirimlerin kredi faizlerine yansımaması ya da geç yansıması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Bu noktada bir yol ayrımında olan bankaların iki tercihleri var. Birinci tercih, 1990’lı yıllarda olduğu gibi toplanan mevduatın önemli bir kısmını risksiz hazine kağıtlarına yatırmak. Bu durumda toplam tasarruflarda aslan payı devlete gidecek, özel kesimde kalan tutar ise azalacaktır. Ekonomide özel sektörün ve hane halkının rolü dikkate alındığında böyle bir aktarım hiç de rasyonel değildir. Ekonomiyi küçültür ve güdükleştirir. Şirketleri ve bireyleri küçük devletlerin kendisi de küçük olur. Üstelik 1990’lı yılların borç sarmalına yeniden girme tehlikesi baş gösterir. Bu tercih özel sektörü daha da zorlar. Kredileri kesen bir bankacılık sektöründe batık krediler daha hızla artar. Yurtdışı finansmanda zaten zorlanan özel sektör, içeride de aradığı desteği bulamazsa çok daha zorlanır. Toplanan fonların büyük bir kısmını devlete vermekle onları yüksek fiyatla özel sektöre kullandırmak sonuç itibarıyla aynı. Hızla düşen talep şirketlerin kâr marjlarını da hızla küçültmektedir. Dolayısıyla yüksek kredi maliyetlerinin düşen enflasyon ve talep ortamında çözüme katkısı yoktur. Bankaların ikinci tercihi, müşterilerini yaşatma tercihleridir. Uzun vadede kredilerden gelecek kâr, menkul değerlerden gelecek kârdan daha iyi ve daha sürdürülebilirdir. Bankalar, mevduat faizlerinde indirime gittikleri gibi kredi faizlerinde de daha hızlı indirime gitmelidir. Bankacılık, güneşli günde müşterilere verilen şemsiyeyi yağmurlu günde geri almak değil, uzun süreli bir çıkar ilişkisidir. Bankalar mevcut güçlü sermaye yapılarıyla bu ilişkiyi bir süre daha taşıyabilecek durumdadır.
Burada önemli bir görev de hükümete düşüyor. Bankaların kendi bireysel rasyonel tercihleri ülkenin makro çerçevedeki toplam çıkarıyla her zaman örtüşmez. Bir bankanın hazine kağıtlarını tercih etmesi ya da kredi vermekten çekinmesi kendi riskleri göz önüne alındığında doğru olabilir. Ancak bunu tüm bankaların yapması ekonominin bütünü için büyük bir risktir. Hükümet, bankaların makro çerçeveyle uyumlu tercih yapmaları için gerekli imkanı ve zemini sunmalıdır. Bu zeminin bir ayağı orta vadede mali disiplinin yeniden tesis edileceğine dair güvencenin sağlanmasıdır. Bu, bankalara faizlerin yakın bir zamanda tekrar yükselip zarar yazmayacakları garantisini kısmen verecektir. Bir diğer ayağı ise tüm riskleri bankacılık kesiminin üzerine yıkmayacak bir mekanizmanın tesis edilmesidir. Bir çeşit kredi güvence sisteminin kurulması bankaların elini rahatlatacaktır. Fiyatı düşürmenin yolu risk algılarını azaltmaktan geçer.
Paylaş
Tavsiye Et