Konuşan: Fatmanur Altun
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısını anlamaya dönük çabaların bir kavram olarak demokrasiye özel bir vurgu yapmadan anlamlı bir sonuca ulaşması mümkün görünmüyor. Bu durumun belki de en önemli nedeni, Cumhuriyet’in, kurulduğu günden bu yana demokrasi ile yaşadığı gerilimli ve karmaşık ilişki. Son günlerde yaşadığımız “Demokratik Açılım” süreci ise demokrasi ile ilişkide yeni bir aşamaya gelindiğini gösteriyor. Gelinen noktada, Türk siyasal hayatı için demokrasinin ne ifade ettiğini M. Mücahit Küçükyılmaz’a sorduk.
Kitabınız büyük oranda Türkiyeli Müslümanların demokrasi ile ilişkilerini mercek altına alıyor. Diğer taraftan İslamiyet ile demokrasi ilişkisi hâlâ önemini koruyor. Siz İslam ile demokrasinin ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
İslam ile demokrasi ilişkisine dair tartışmalar uzunca bir süre “İslam’da demokrasi var mı?” sorusu etrafında yürütüldü. Ya İslam içinde demokrasiyi var etmenin imkanları arandı ya da İslam’da demokrasinin olmadığı sonucuna varılarak daha aykırı bir yol izlendi. Fakat bugün gelinen noktada ikinci çizginin siyasal anlamda tıkandığı, birinci çizginin ise İslam ve demokrasi kavramlarına yüklenen anlamı yeniden yorumlayarak bir değişim geçirdiği ve yeni haliyle var olduğu söylenebilir. İlişkinin İslam tarafını itikadi, demokrasi tarafını da felsefi düzlemde yürütmeye çalışırsanız, evet, İslam’da demokrasi yoktur. Felsefi aidiyeti ve kökeni itibarıyla da demokrasi, bir inanç sistemi olarak İslam ile birlikte ele alınamaz. Ama pratikte, İslam’ın dünyaya bakan sosyopolitik yönleri ile demokrasinin bir örgütlenme tekniği öneren boyutu arasında bir ilişki gelişebilir. Zaten böyle de olmaktadır.
Kitap, Türkiye’de demokrasinin toplumsallaşmasının büyük oranda siyasal İslam ve onun ortaya koyduğu imkanlar ile gerçekleştiği tezini işliyor. Sizce bu nasıl gerçekleşti?
Çok basit; herhangi bir siyasal iddianız varsa, arkanızda bir güç olmak zorunda. O siyasal iddia toplumsal bir nitelik de arz ediyorsa, elbette toplumsal güç desteği de gerekli. Türkiye’de toplumu arkasına alabilecek siyasal gücün, ne sosyalizm ne liberalizm ne de tam anlamıyla milliyetçilik olduğu anlaşıldı. Cumhuriyet’ten sonra devletin Kemalist unsurları bile demokrasiye niyetlendiler; fakat toplumsal yapıyı kontrol edilmesi gereken bir karşıtlık olarak gördükleri için bunu başaramadılar. İslamcılar ise teorik açmazları buzdolabına koyup İslam muamelatı ile demokrasi pratiğinin zıtlık değil, farklılık içeren yönlerine odaklandıkları, hatta benzerliklerini öne çıkardıkları andan itibaren Türkiye’de demokrasinin siyasal ve toplumsal bir nitelik kazanmasında başrolü oynadılar. Çünkü toplumla barışıktılar. Bugünkü gerilim, zaten biraz da bunu İslamcıların başarmış olmasından kaynaklanıyor.
Sözünü ettiğiniz bakış açısı, Batılıların ve Batıcıların iddia ettiği gibi İslam’ın demokrasi önünde bir engel teşkil ettiği tezi ile çelişiyor. Bu iddiaların kaynağında ne var?
Burada oryantalizm karşısında apolojetik bir tavra yönelmeye gerek yok. Tek bir demokrasi anlayışından söz etmiyoruz; aksi halde bu bir dayatma olur. Demokrasinin toplumsal yorumu, Batılıların dünyanın geri kalanına ve Müslüman ülkelere önerdiği tek tip ve şablonik demokrasi gömleğinden çok daha önemlidir. Zamana ve zemine göre değişen, her topluma özgü iç dinamikleri ıskalamayan, hatta demokrasinin önerdiği olumlu standartları da aşan siyasal idare biçimleri neden kurulamasın? İslam dünyasında bu potansiyel var. Batılıların dayatmacı yaklaşımlarının kaynağında, Batı dışı tarihi ve dünyanın geri kalanını yeterince tanımaya tenezzül etmeme hastalığı var. Yani Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinde tebellür eden “Son sözü biz söyleriz” kibri de diyebiliriz.
Türk halkının Demokrat Parti’ye teveccühünde görülen demokrasi ilgisinin “araçsal” niteliğinden söz ediyorsunuz. Buradan hareketle genel olarak Türk halkı ve özelde muhafazakâr kesimler Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana demokrasi karşısında ne gibi tavırlar aldılar?
1945’e kadar Cumhuriyet kavramı, toplumun özgürlük taleplerine karşılık “bütün olumlu değerleri kuşatıcı bir şemsiye” gibi sunuldu. Genel itibarıyla dindar kitle, Bediüzzaman’ın “Cumhuriyetçi karıncalar” temsilinde görüleceği üzere, Cumhuriyet kavramıyla bir problem yaşamasa da, uygulamada bir baskı rejimi söz konusu oldu. Bu durumda kitleye nefes aldıracak ve Cumhuriyet idarecilerinin de ikna olacağı bir formül, bir “araç” olarak demokrasiye başvuruldu. Bu sadece muhafazakâr kesimin değil, kendisini “devlet mağduru” hisseden kitlenin de ortak özelliği oldu.
Milli Görüş Hareketi’ne bu anlamda özel bir yer biçiyorsunuz. Muhafazakâr kitlelerin demokratik siyasete katılımı noktasında Milli Görüş Hareketi nasıl bir rol oynadı?
Milli Görüş, muhafazakârlardan kendisini “radikal” olarak tanımlayan dindarlara kadar geniş bir kitleyi zaman içerisinde örgütleyerek sistemin merkezine taşıdı. Daha doğrusu, zaten asıl yerlerinin sistemin merkezi olduğunu düşünen ve Müslüman kimliğini önemseyen bu kitle, hem demokrasiyle tanıştı hem de bir halk hareketi olarak sistemi demokratikleşmeye zorladı. Bu katılım üç aşamada gerçekleşti: Birinci aşamada, parti teşkilatlarında görev alarak ve muhalefet konumunda olmakla birlikte legal çerçeveye katılarak; ikinci aşamada, yerel yönetimlerde rol üstlenip kamu adına sorumluluk alma ve hizmet dağıtma şeklinde; üçüncü aşamada ise merkezî iktidar mekanizmalarında hükümet olarak görev yapmak suretiyle… Milli Görüş Hareketi’nin önemi, dağınık kitleyi siyasal bir bilinç ve hedef etrafında toparlayıp sistemin merkezine taşıması ve kitle ile birlikte sistemi demokraside buluşturması oldu.
“Milli Görüş çizgisi olmasaydı İslami talepleri olan kitlelerin tıpkı siyasal temsil sorunu yaşayan Kürtler gibi radikalleşme ihtimali olabilirdi” şeklinde bir tespitiniz var. Bu tecrübeden hareketle Kürt sorununun da bir yönüyle siyasal temsil sorunu olduğu düşünülebilir. DTP’nin kapatılması ve son gelişmeler ışığında Kürtlerin bu siyasal temsil sorununu aşması nasıl mümkün olur?
Kürt sorunu, önemli bir boyutuyla ulus-devlet sürecine bağlı bir temsil sorunudur. Aynı şey dindar kitlenin de başına gelebilirdi; fakat Milli Görüş ve kısmen muhafazakâr partiler etrafında örgütlenme bunu engelledi. Tabii, arada etnik farklılık faktörünü de hesaba katmak lazım. Bu yönüyle Kürt sorunu daha travmatik bir şekilde ilerledi ve hem seküler hem de silahlı bir karakter kazandı. DTP’nin kapatılması her şeyden önce Kürtlerin silah ile aralarına mesafe koymaları ve İmralı mitini daha sağduyulu bir zemine çekmeleri gerektiğini gösterdi. Yoksa bu seküler dil ile temsil sorunu devam eder. Hele ki, Emine Ayna çizgisine mahkum bir parti, sorunu daha da kangren hale getirir. Belki de, kısa vadede Kürt siyaseti bu şekilde radikalleşirken, uzun vadede daha ılımlı alternatifler oluşturarak -ve de bölünerek- rasyonel bir çizgiye evrilebilir. Ama bu nihai çözüm değil.
Tüm bu konuşulanlar ışığında AK Parti çizgisini nereye oturtuyorsunuz?
AK Parti, devlet ve toplum tarihinin bu en kritik döneminde rol alabilirse, Türkiye’yi açıklamada temel analiz birimi olarak gördüğüm devlet-millet ikiliği konusunda “büyük uzlaşma”yı gerçekleştirebilir. Temsil ettiği siyasal gelenek ve oy aldığı coğrafi tablo itibarıyla, şu an için Türkiye’nin elindeki en işlevsel sosyopolitik araç. Bu demektir ki, potansiyelini değerlendirebilirse AK Parti, Kürtlerin temsil sorununu da kuşatacak bir siyasal imkan üretebilir.
Paylaş
Tavsiye Et