Amerikan Basını
Çeviri: Hilal Öztaş
Haiti yerle bir oldu. Amerikalı gazeteciler olay yerinden bize yıkım görüntülerini geçiyorlar. Bizler endişeleniyoruz, bağışta bulunuyoruz, fakirliğin resminin korkunçluğuyla kafalarımızı sallıyoruz.
Enkaz yığınlarının arasından çıplak bir ayak fırlıyor. “Beş saattir kazıyorlar” diyor Anderson Cooper. Mikrofonunu molozların içine sokuyor. Aman Tanrım, o hayatta. Onun çığlığını duyabiliyoruz! “Onlar bir tek bu buldozer kepçesine sahipler.”
Ancak bu donmuş resimde yanlış giden bir şeyler var: Canlı yayında bir grup adamın elleriyle ve sadece bir buldozer kepçesiyle, bir binanın enkazına kısılmış 15 yaşındaki kızı kurtarmak için umutsuzca kazmalarını rahat içinde izlemek. Onu zamanında çıkarabilecekler mi? Cooper bir an için Uzay Yolu film serilerinden birindeymişiz gibi hissettiriyor: “Biz ana gemide fazladan birçok buldozere sahibiz; ama önemli olan, Haitililerin hayatta kalanları kendi imkanlarıyla kurtarmaları. Çünkü biz kültürel müdahalesizlik politikasını gözetmeye mecburuz.”
USA Today gazetesinde “Faith and Reason” adlı köşesinde Cathy Lynn Grossman, Cooper’ın CNN kanalındaki üç dakika kırk saniyelik görüntülü haberini etik bağlamında inceledi. Ve “Gazeteciler meslekleri (yani perişan halde olanların görüntü ve sözlerini, yardım edebilecek kaynakların sahiplerine ulaştırmak) ile felaketin acil talepleri arasındaki dengeyi nasıl da kuruyorlar!” diye hayret etti: “Eğer biz gazeteciler teçhizatımızı, kameralarımızı ve mikrofonlarımızı bırakırsak ve teker teker hayatta kalanlar için kazmaya başlarsak, yüz binlerce insana yardım edebilecek kişilere kim haber ulaştıracak?”
Grossman’ın ne demek istediğini anlıyorum ve aslında sadece görevini yapan Cooper’ı da eleştirmiyorum. Zaten görüntülerdeki kız da görünüşe bakılırsa yaralanmadan kurtarıldı. Haberi izlediğim anda -molozdaki mikrofon ve umutsuz kurtarma çalışmalarına bizim canlı tanıklığımız nedeniyle- oluşan küfür etme isteğimin, bu mesleğin etiğiyle ya da genel olarak etikle hiçbir alakası yok. Bu, Cooper ve pek çok meslektaşının hizmet ettiği, ödün verilmiş değerler sistemiyle ilgili bir mesele: Fakirlikle, özellikle de Haiti’nin fakirliğiyle olan ilişkimizin ahlaki yapısı meselesi.
Hadi ama, bunu biliyoruz değil mi? Batı yarımkürenin en fakir milletinden izole bir şekilde yaşamıyoruz eskisi gibi. Haiti, -altyapısının geçen haftaki inanılmaz görüntüleriyle, parçalanmış ve karınları açıkta kaldırımda yatan cesetlerle, hayal bile edilemez bir acıyla feryat edenleriyle- sömürgeci Batı’nın bir ürünü. Diğer birçok Üçüncü veya Dördüncü Dünya ülkesinden bile daha acımasız bir ürün Haiti.
Sorumlu ve faydalı gazetecilik, Haiti’deki trajediyi, göründüğü gibi resmetmek yerine (ki akıl almaz bir şekilde fakir olan Haitililer, acıya işte bu şekilde mahkum ediliyorlar), başarısız devletlerin doğası ve başarısızlıklarının nedenleriyle ilgili ciddi bir soru bağlamında ele almalı.
Bunun kolay olacağını söylemiyorum. Kendinden geçmiş bir halde moloz kazan umutsuz insanları ya da acı içinde sokaklarda dolaşıp sevdiklerinin cesetlerini arayan yaralıları görmeye devam edeceğiz. Ancak eğer bu trajediyi, Haiti’yi deprem vurmadan hemen öncesinde hükümeti, binlerce insanın hayatını kurtarabilecek çelikle kuvvetlendirilmiş yapıları da içeren bir imar yasası çıkartmak ve uygulatmaktan bile aciz olan -yazar Ted Rall’un ifadesiyle “fay hattındaki başarısız Dördüncü Dünya devleti” haline getiren- yüzyılların acımasız jeopolitiği bağlamında görmeye başlarsak, merhamet zulüm hissine dönüşecektir.
Haiti’nin kendi kendini yönetmeye dönük her girişimi, Batı, özellikle de Fransa ve ABD tarafından sabote edildi. Mesela 1825’te, Fransız derebeylerini adadan kovan dünya tarihindeki ilk başarılı köle isyanından yirmi yıl sonra, Fransa ülkeyi savaş gemileriyle kuşattı ve kaybettiği köle gelirlerine karşılık olarak 125 milyon altın frank “tazminat” talep etti. Haiti, yok edilme tehlikesi karşısında, zorbalığa teslim oldu ve gelecek yüzyılı bu tazminatı ödemek için hazinelerini feda edip kendini Fransız ve Amerikan bankerlere esir ederek geçirdi.
İnsanları köleleştiren bir devlet olan ABD, özgür Haiti’yi tanımayı altmış yıl boyunca reddetti. 1915’te Başkan Woodrow Wilson döneminde Haiti’ye saldırdık ve ülkeyi 1934’e kadar işgal ettik. Rall’a göre bu geçen sürede, “Haiti’nin GSMH’sinin %40’ı Amerikan bankerlerine aktarıldı.”
CIA tarafından kollanan anti-komünist Duvalier’ler -Baba Doc ve Bebek Doc-, Haiti’yi 1957’den 1986’ya kadar zalimce yönetti, milyonları çaldı ve ülkeyi ileride çıkışı olmayan bir fakirlik batağına sürükleyecek kadar devasa bir uluslararası borç altına soktu. Haiti’nin demokratik bir şekilde seçilmiş popüler başkanı Jean-Bertrand Aristide’nin 2004’te kaçırılışını ayarladık. Onun devrilişi, Haiti’de 1825’teki Fransız şantajına dair bütün hesap sormaların önüne set çekti; zira Aristide Fransa’nın önüne, 179 yıllık bileşik faizi de içeren 21,7 milyar dolarlık bir fatura getirmişti.
Anderson Cooper “Beş saattir kazıyorlar” diyor. Hayır, ben bunun aslında
-Kolomb’un burayı Hindistan zannederek keşfetmesinden beri- beş yüzyıldan fazla sürdüğünü söyleyeceğim.
*Chicago’da yaşayan ödüllü bir gazeteci olan Robert Koehler, “Tribune Media Services” editörü ve ülke çapında birçok medya organında makaleleri yayımlanan bir yazardır.
Tavsiye Et
Pakistan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Londra’da Afganistan’ın sorunlarını değerlendirmek üzere bugün toplanan uluslararası konferans, gelen haberlere bakılırsa sadece konuşmakla geçiyor. Bu bir günlük etkinlik, Afganistan’daki meydan okumaya uluslararası toplumun vereceği yanıtı belirleyen ortak bir bildirgeyle sonuçlanıyor. Dünyanın, savaşın paramparça ettiği bu ülkenin acımasız gerçeklerine nihayet uyanıyor olması elbette iyi bir gelişme. Ancak söz konusu gerçekleri değiştirmek isteyen uluslararası kamuoyunun elinde bunun için çok az bir güç var.
Pakistan, Afganistan’ın istikrara kavuşturulabilmesi konusunda uluslararası topluma gerçek bir fırsat sunabilecek etkiye ve nüfuza sahip olan bir ülke. Pakistan’ın sunduğu bu fırsatın odak noktasında ise Afganistan’ın kıymetli ve miktarı da gitgide azalan kaynaklarının daha fazla emilmesinin önüne geçmek ve bu sayede uluslararası diplomasinin bir ilerleme kaydetmesine imkan sağlamak bulunuyor.
Ancak Pakistan’ın bu potansiyelinin, Afganistan’ı istikrara kavuşturmak ve başarıya ulaşmak yolunda bir faktör haline gelebilmesi için iki hususun varlığı elzem. Öncelikle, dünya Pakistan’a yönelik çelişkili yaklaşımını bir çözüme kavuşturmak zorunda. Bu yaklaşım en açık yansımasını, Pakistan’ın temel güvenlik endişelerine dünyanın gösterdiği mevcut tavırda buluyor. ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Ocak’ın üçüncü haftasında Hindistan ve Pakistan’a gerçekleştirdiği ziyaret, bu çelişkili davranışın klasik bir örneğini teşkil ediyor. Gates, ziyareti esnasında Hindistan’ın Afganistan’da oynadığı role dair övgülerini sıralarken, Pakistan’ın küresel terörizmin ağırlık merkezine dönüştüğü şeklindeki o bildik retoriği dillendirdi. Ve sanki bu yeterince kötü değilmiş gibi, Hindistan’ın, Mumbai şehrinde 2008 yılında meydana gelen terör saldırılarının ardından verdiği yanıtın çok ölçülü ve olgun olduğuna ve aynı veya benzeri bir olayın gerçekleşmesi halinde Hindistan’ın sabrının taşmasının gayet meşru olabileceğine tek başına karar verdi.
Amerikalı Bakan’ın Hindistan’ın egosunu okşaması ve Pakistan’ı kötülemesi genel itibarıyla kimseyi şaşırtmadı. Zira bu uzun zamandır tekrarlanıyor. Burada asıl şaşırtıcı olan, bütün bunların zamanlaması. Tam da Pakistan, Afganistan’daki çılgınlığı biraz olsun iyileştirme yolunda bir dengeye gelirken, üst düzey bir Amerikalı yetkili, İslamabad’ın geleneksel düşmanını, aradaki husumeti sıcak tutma doğrultusunda cesaretlendirmeyi tercih ediyor. ABD şüphesiz Pakistan’ın iyi niyetini korumasını istiyor; fakat İslamabad’ın davranışlarını denetlemeye yarayabilecek düzeyde herhangi bir baskıdan vazgeçmeyi de istemiyor. Bu bağlamda Hindistan kartı, zorlayıcı diplomasi için kullanışlı bir araç.
Çelişkili yaklaşım sadece ABD ile de sınırlı değil. Bizzat Afganistan Konferansı’nın ev sahibi ülkesi İngiltere, bu konuda iyi bir örnek. İngiltere Başbakanı Gordon Brown, Pakistan’ın terör üreten bir coğrafya şeklindeki profilinin altını çizmekte özel bir cömertlik gösterdi. Brown’ın, birkaç hafta önce Sky TV’de yayınlanan röportajında, Usame bin Ladin ile Eymen ez-Zevahiri’nin Pakistan’daki varlıklarından açıkça bahsetmesi ve İslamabad’dan daha fazla çaba göstermesini talep etmesi, bunun örneklerinden sadece biri. Brown bunu uluslararası olduğu kadar iç siyasi mülahazalarla da yaptı. Zira birçok İngiliz yetkili, Brown’ın “İngiltere topraklarındaki aşırılığın büyük kısmının Pakistan’dan kaynaklandığı” yönündeki gülünç suçlamasını tekrarladı.
Pakistan’ın Afganistan’da kendisine düşen rolü oynaması için gerçekleşmesi gereken ikinci unsur ise İslamabad’ın Afganistan’daki yoğun, uzun vadeli çıkarlarının dünya tarafından kabul edilmesi. Bu çıkarlar, sırf dünya, geçen dokuz yıl zarfında Afganistan’da yarattığı kargaşadan ülkeyi çıkararak bir başarı hikâyesi yaratmak konusunda biraz fazla acele ediyor diye arka plana atılamaz. Pakistan’ın bu meşru çıkarları, ülkenin doğusundan güneyine kadar uzanan sınırlarının öte tarafındaki Afganistan bölgesinin kendisine düşman olmamasını da kapsıyor. Bunlar ayrıca, Afganistan’daki halkın ve siyasetin bütün renklerine -sakallarının uzunluğu ya da kıyafetlerinin biçimine bakılmaksızın- yönetimde hak ettikleri paylarının verilmesi arzusunu da içeriyor. Bu da Afganistan’daki direnişi tamamen dinî bir hareket olarak tanımlama biçimindeki mevcut ikiyüzlülüğün sona erdirilmesini gerektiriyor. Afganistan’daki sorun artık sadece Taliban değil. Zira dünyanın, barış, gelişme ve terörizmle mücadeleyi öne sürerek işgali haklılaştırmak suretiyle Afganistan topraklarındaki hâkimiyetini genişletmeyi sürdürdüğüne dair düşüncelerin yoğunlaşması artık daha ciddi bir sorun.
Dünyanın en iyi beyinleri oldukları varsayılan insanların, Pakistan’ın, Afganistan ve Hindistan ile arasındaki sınırlarda bir düşmanlık görmek istememesinin, Afganistan’da kalıcı barış için bir uzlaşma inşa etmenin anahtarı olduğu basit gerçeğini kavrayamamaları çok üzücü. Dünyanın güçlü başkentleri ise bu talebi hâlâ Taliban’ı Afganistan’daki güç oyununda tutmaya yönelik tekinsiz bir komplo olarak görmeye devam ediyor.
Tavsiye Et