Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Toplum > Adres: “Brüksel Sivaslılar Apartmanı”
Toplum
Adres: “Brüksel Sivaslılar Apartmanı”
Nazife Şişman
LALE Hanım ellili yaşlarını süren başarılı bir mimar. Helsinki’deki ofisinde uluslararası projelere imza atıyor. Noel tatilini geçirmek ve ahşap mimari üzerine bağlantılar kurmak üzere geldiği İstanbul’da tanıştık kendisiyle. Finlandiya’da dördüncü kuşak göçmenlerden olan Lale Hanım ve eşiyle tanışmadan önce, tanıdığım Tatarlarla ilgili şöyle bir hafıza yoklaması yaptım. İlk aklıma gelen isim Musa Carullah’tı. Rusya Cedid Hareketi’nin bu öncü ismini, kitaplarından ve Ahmet Kanlıdere’nin yazdığı biyografiden tanıyordum. Heyecan içinde gittim tanışmaya. Bir kuzey ülkesinde göçmen olmak üzerine tecrübelerini öğrenmenin ilginç olacağını düşünüyordum.
Tanışmadan önce yaptığım kısa tarihî ve ansiklopedik araştırmadan da istifade ederek dedelerinin yaklaşık yüz kırk yıl önce, Rusya’daki zorla Hıristiyanlaştırma baskısından (1863-1905) kaçmış oldukları tespitini yaptık birlikte. Ama itiraf edeyim ki bu tanışma öncesinde Rusya ile Finlandiya arasındaki mesafenin yakınlığı zihin haritamda yoktu. Oysa iki ülke sınır komşusu. Hatta Soğuk Savaş döneminde Lale Hanım ve ailesi on yıl kadar Kanada’ya gider, Rusya’nın her an Finlandiya’yı işgal edebileceği ve işgal ederlerse de ilk işlerinin Tatarları öldürmek olacağı korkusuyla. Korkuları bertaraf olunca tekrar dönerler Finlandiya’ya ve beşinci kuşak olan çocukları için kendi kültürlerinden kopmalarını önleyecek bir kültür merkezi ve cami inşa ederler.
Lale Hanım Kur’ân okumayı ve namaz surelerini biliyor. Eyüp’teki mezar taşlarını okuyabilecek kadar eski yazıya da aşina. Çünkü ilkokul dördüncü sınıfa kadar Tatarcayı (Tatar Türkçesini) Arap alfabesi ile okumuş. Daha sonra Latin harflerine geçilmiş eğitim sisteminde. Kendisini kültürüne bağlı bir Tatar olarak tanımlayan Lale Hanım’ın uzun boyu, mavi gözleri, kumral saçları, modern giyim tarzı ve vücut dili o denli kuzeyli-batılı bir görüntü sergiliyor ki onu klişe “göçmen” kimliği ile tanımlamak mümkün değil. Zaten ilkokuldan itibaren kendisinin sınıfta örnek gösterildiğini anlatıyor. Hem kendi dinî inançlarına sadık hem de etrafındakileri hiç rahatsız etmeyecek kadar entegre olmayı başarmış göçmen kimliğinin bir timsali olarak.
Bu onun şahsına münhasır da değil. Sayıları sekiz yüz kadar olan Tatarlar, kendilerini Tatardan önce “Müslüman” olarak tanımlamalarına, aile ve geleneklerine bağlı olmalarına rağmen örnek bir göçmen/yabancı grup Finlandiya’da. Artık dördüncü, beşinci kuşağın göçmenliğinden ne kadar bahsedilebilirse...
Kökene bağlılık, bir mekana aidiyet öyle bir duygu ki Glasnost’tan sonra ilk işleri Kazan’a gidip yeniden yapılanmaya hizmet etmek olmuş. Bir hastane inşa etmek üzere para toplamışlar aralarında. Ama Kazanlı hemşehrilerinin onlardan isteği bir cami olmuş. Richard Sennett kimliğin tanımlanmasında “kök” kavramının kullanılmasını ilginç ve yanıltıcı bulur: “Bitkilerin kökleri vardır ve hareket etmezler, halbuki insanlar hareket eder.” Buna rağmen küreselleşmenin sokakta ve işyerinde kimlik kazanmayı engelleyici gelişmelere sebebiyet vermesi sonucu, insanlar hiç değişmeyen bir mekan ve köken arayışına giderler. Bu kadar hızlı değişen şartlar içinde değişmeyen bir “yer”dir aranan. Finlandiyalı Tatarlar için Kazan’a aidiyet böyle bir işlev görür. Hiç geri dönmeyi düşünmeseler bile.
Sennett’in New York’ta kuru temizleme işi yapan Koreli bir ailenin kimlik anlatısı ile ilgili söyledikleri de bu açıdan aydınlatıcı. Birkaç kuru temizleme dükkanı açmış, bütün birikimlerini çocuklarının üniversite eğitimine adamış bu siyasi sürgün Koreli aile, kendisini “göçmen” olarak tanımlamak istemez. Hep işleri biraz düzeltip geri dönmektir dillerindeki ve gönüllerindeki arzu. Ama fiiliyatları bunun tam hilafınadır. Yeni mülkiyetler, kurulan işler, yatırımlar, dönmeye dair bir hazırlığa işaret etmez. Sennett, değişen şartların her daim yeni bir kimlik anlatısına ihtiyaç hissettirdiğini söyler. Kimlik başkalarının sizi gördüğü yer ile sizin kendinizi görmek istediğiniz yer arasındaki keskin çizgide seyreder. Bu ikisi arasındaki fark insan için rahatsız edicidir. Diğer taraftan ekonominin değişkenliği de sabit bir kimlik anlatısına izin vermez. Bu yüzden kimlik sürekli yeniden ve sondan başa doğru yazılmak zorundadır. Değişen şartlara göre değişen bir hikaye yazar kişi. İşte bu anlatıda “kök” ve “yer”, küresel kapitalizmin aşırı değişken iş hayatı ve akışkan ilişkileri karşısında kişinin aidiyet ve sabitlik ihtiyacını karşılar.
Büyükçekmece’nin Mimar Sinan Köyü’nde bir yazlık evin bahçe kapısında gördüğüm “Brüksel Sivaslılar Apartmanı” ifadesini pek anlamlandıramamıştım ilk önceleri. Ne demekti bu? Yazları İstanbul’a gelen bu aile aslında Brüksel’de yaşıyordu. Yazları bile Sivas’a gitmemelerine rağmen apartmanın isminde yer alıyordu Sivaslılık. Bu konuyla ilgili bir başka anekdot daha var hafızamda. Otuz yıldır Viyana’da yaşayan Ali Amca’ya öğrenci olarak şehre gelen, belki de kendi yabancılığına ortak arayan genç kız sorar: “Amca hiç yabancılık çekmediniz mi geldiğinizde?” “Çekmem mi kızım? Çok ağladım, çok. Herkes Yozgatlıydı, ben Sivaslı. Çok yabancılık çektim.” Geri dönülmese bile Sivaslılık geçmişte ne olduğuna dair sabitlik ihtiyacına karşılık geliyor Ali Amca için.
Dinî aidiyet ve yaşam tarzı ile ilgili seçimler, tercihler üzerinden kurulan kimlikler ise sabit bir “yer”e nispet edilmediğinden daha esnek bir kimlik anlatısına izin verirler. Bu anlatıda da her daim yenilenme gereklidir. Mesela Lale Hanım, Tatarlar olarak kendi yaşam tarzı farklılıklarını aile kurumuna verdikleri önem ve gelenekleri (ve tabii ki Müslümanlıklarını) sürdürme üzerinden tanımlıyor. Ama bunun kendi çocuklarının kuşağında devam ettirilip ettirilemeyeceğinden pek emin değil. 30’lu yaşların başında bir kızı bir de oğlu var. Ve onların bu yaşta hâlâ evlenmemiş olmaları da, Tatarlar arasından bir eş seçme ihtimallerinin düşük olması da kimlik anlatısının bir sonraki kuşakta farklılaşarak devam edeceğinin göstergesi.
Mimar Sinan’ın dehasına hayran bir mimar olarak oğluna Sinan ismini verir Lale Hanım. Ama oğlu finansçı olur ve Kazan’da kurulan bir İslami finans kurumuna danışmanlık yapar. Kuveyt’teki finans firmalarıyla da yakın ilişkiler içindedir. Geleneksel öğeleri modern yapılar içinde arabeskleştirmeden kullanma ilkesini benimseyen ve bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “değişerek devam etmek” ilkesini hatırlatan annesinin aksine, küreselleşen kapitalizmin iş seyyaliyetinin canlı bir örneği Sinan. Onun kimliğini nasıl kurduğunu kendi ağzından dinlemenin de ilginç ve öğretici olacağını düşünüyorum. Dünya finans merkezleri ile mi aidiyet içinde olacak, yoksa Kazan hâlâ değişmeyen bir “kök” olmaya devam edecek mi?

Paylaş Tavsiye Et