ANAYASA Mahkemesi, Meclis’in 411 oyla kabul ettiği anayasa değişikliğini, yetkisini de aşarak, esastan görüştü ve yapılan düzenlemenin iptaline karar verdi. Aslında çok da şaşırılmaması gereken bir karar bu. Zira bu türden kurumlar, 27 Mayıs ihtilali sonrasında, zaten böyle durumlar öngörülerek kurulmuştu ve bugün de kuruluş amaçlarına uygun işlev görüyorlar. İptal kararını bir hukuk kurumu vermiş olsa da, netice itibarıyla, hukuki bir karar değildir. Bu, apaçık bir darbedir. Bugün Türkiye’de yaşanan bu hukuk dışı süreç, elbette, yalnızca tek bir kurumun kendi başına kotarabileceği bir şey değil. Ordu, yargı, sermaye çevreleri ve medyanın işbirliği içinde olduğu bir süreç söz konusu. Buna emekli/emektâr siyasetçilerin ve hukukçuların işbirliğini de eklemek lazım. Yargı-asker ilişkisi, Osman Paksüt’ün şahsında suçüstü dahi yapıldı. Ahmet Necdet Sezer, Hikmet Çetin ve Sabih Kanadoğlu gibi isimlerin ASAM Başkanı Faruk Loğoğlu’nun evinde bir araya gelmeleri bu işbirliğinin bir başka yönünü gösteriyor. Cumhuriyet gazetesinin resepsiyonunda sabık cumhurbaşkanının Deniz Baykal’ı göstererek “Gerekli açıklamaları o yapar” demesi de hukuk dışı organizasyonun bir diğer karanlık boyutuna ışık tutuyor. Emekli askerler ise sürekli devredeydiler zaten.
Bütün bunlar işbirliğinden öte, örgütlü bir işbölümünün olduğunu ve her bir kişi ve kesimin kendi üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğini de gösteriyor. Bu konuda da oldukça başarılılar. İkinci olarak da, başlangıçtan itibaren bu konsensüsün olduğunu düşünmemek gerekiyor; tam tersine, rakip görülen -fakat bu rakipliğini fiiliyata bir türlü dökemeyen- güçlerin engellemelerine uğramaksızın planlarını uygulamaları, bu işbirliği ağını daha da genişletmiş ve pekiştirmiş gözüküyor.
Darbeciler rakipsizler; çünkü siyasal hayatın, hukuk düzeninin ve demokrasinin savunucusu olması beklenen siyasal partiler, bu organizasyonun bir parçası olmayı kabul etmişler. MHP ve CHP örneğinde karşılaşılan durum bu. Bu süreçten en kârlı çıkacak parti şüphesiz MHP. Çünkü o, bir taraftan başörtüsü probleminin çözümüne yönelik siyasi girişimleriyle görünürde özgürlük havariliği yapıyor, diğer taraftan -gerçekte böyle bir niyetinin olup olmadığını, ikircikli tavırları nedeniyle tam da bilemediğimiz- AKP’nin vaat ettiği “demokratikleşme” sürecini sekteye uğratarak, daha büyük çaplı anayasa değişikliklerini engellemek suretiyle, devlet adına hareket eden kesimlerin endişelerini gidererek onlar nezdinde prestij kazanıyor.
Evet, gerek MHP gerekse de CHP, kamuoyu karşısında demokrasi, hukuk ve milletin çıkarlarından söz etmelerine karşın, bu süreçte takip ettikleri politikalar, gerçekte tümüyle -başörtüsü meselesinde olduğu gibi- özgürlüklerin kısıtlanmasını, demokrasi ve hukukun ihmal edilmesini kolaylaştırdı. Söylemlerindeki samimiyetsizlikleri, eleştiri oklarını, söz konusu hukuk dışı süreçlerin temel aktörlerinden ziyade AKP’ye yöneltmiş olmalarından da anlaşılabiliyor. Halkımızın sağduyusu bu çarpıtmayı ve ikiyüzlülüğü elbette fark edecektir. Ancak bu fark edişin, bazen beklenenden daha uzun bir zaman aldığı da hepimizin malumu.
Bütün bu gelişmeler karşısında hükümet -bütünüyle olmasa da- netice itibarıyla sessiz kalmayı tercih ediyor. Seyretmeyi, kendisi hakkındaki kararın bir an önce verilmesini istiyor ve ihtimalleri masaya yatırıp nasıl bir hareket seyri takip etmesi gerektiği üzerinde düşünüyor. Partinin kapatılması durumuyla ilgili ne tür önlemler aldıklarının ipuçları yavaş yavaş medyaya da yansıyor. (Peki ya kapatılmazsa?) Bu önlemleri alması nedeniyle hükümet partisini kim suçlayabilir ki? Ancak şu gerçeği de unutmamak gerekiyor: Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar ne olursa olsun, bu cüppeli darbeden, kendisi de darbeciler kadar mesuldür. Hükümet, hangi gerekçeyle olursa olsun, elinde olan imkanların hiçbirini kullan(a)mamakla, cüppeli darbelerin meşruiyetini ve başarıya ulaşmasını sağlayıcı bir işlev görmüştür.
Cüppeli darbecilerin kimlikleri, ilişki ağları, hareket seyirleri ve hukuk dışı uygulamaları teker teker gazetelere yansırken hükümetin bütün bunlardan habersiz olduğunu düşünmemiz mümkün değil. Kamuoyu nezdinde en avantajlı olduğu noktada vaatlerini yerine getirmekten kaçınıyorsa, her gün gazeteye yansıyan yeni bir darbeci örgütlenmeye ya da uygulamaya karşı bunca yıldır hiçbir tedbir alınmamışsa kime neyi açıklayabilir ki? Onların da tribüne oynadıkları, gerçek aktörlerle yüzleşmekten ziyade o karanlık organizasyonun yalnızcaküçük bir parçası olan Baykal’a yüklenmelerinden belli. Bütün yaşananlar, AKP’nin de, devlet adına hareket ettiği iddiasıyla ortalıkta boy gösteren bir avuç statükocunun karşısında, milletin çıkarlarını ve özgürlüklerini savunma ve darbe karşısında sivil bir duruş sergileme konusunda kendisinden önceki partilerden köklü bir farklılık taşımadığını gösteriyor.
Merak
İlker Başbuğ’un Ağlama Duvarı’nda dua ederken (Gerçekten de dua mı ediyor yoksa duvar taşlarının kalite kontrolünü mü yapıyor?) çekilen resmi etrafında yapılan spekülasyonlar da bu bağlamda önemli elbette. Eleştirilen “Ağlama Duvarı Önünde Dua Eden Bir Genelkurmay Başkanı Adayı” portresine karşı yayınlanan Kubbetü’s-Sahra’daki (Mescid-i Aksa değil kesinlikle) -yanında Ertuğrul Özkök’ün de bulunduğu- resmi de askeriyenin başına gelmesi muhtemel bir kişiyi yıpratma/destekleme girişimlerinin geldiği noktayı gösteriyor.
Cevabını merak ettiğimiz soru, Ağlama Duvarı ve Kubbetü’s-Sahra’daki resimleri “üç dinin kutsal mekanlarını ziyaret etme” gerekçesiyle açıklayan Başbuğ’un Kilise’de resim çektirip çektirmediği, çektirmediyse neden çektirmediği, çektirdiyse de neden yayınlanmadığıdır?
Osmanlı’nın son döneminde padişahlar, tahta çıkmadan evvel Eyüp Sultan’da Mevlevi Şeyhi’nin elinden kılıç kuşanırlarmış. Eski genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök’ün, kendisinin de o kutsal mekanları ziyaret ettiğini belirtmesi üzerine merakımızı celbeden ikinci husus da şudur: Genelkurmay başkanlarına, göreve gelmeden önce Kudüs’e gidip üç dinin kutsal mekanlarını ziyaret etmek gibi bir ritüel mi ihdas edildi?
Edebiyatın İçinden
Dostoyoveski’nin Yeraltından Notlar’ının isimsiz kahramanından eminim haberdarsınızdır. Romanın bir bölümünde Dostoyevski, kahramanımızın bir meyhanede bir subayla karşılaşmasını ve devamında gelişen olayları uzun uzadıya anlatır. İsimsiz kahramanımız, bir gece kötü bir meyhanenin önünden geçerken, içeride kavga eden insanları ve ardından da pencereden dışarı atılan birisini görür. Farkına varılma isteği o raddeye gelmiştir ki kahramanımızın, “Belki ben de birisiyle kavga ederim ve beni de dışarı atarlar” düşüncesiyle meyhaneye girer. Ancak takip eden satırlarda kahramanımız, “pencereden atılacak bir adam olmadığı”nın anlaşıldığını ve kimsenin kendisiyle kavga etmediğini not eder.
Aslında meyhanede, kahramanımızın önce pek dillendirmek istemediği fakat sonrasında dayanamayarak bahsettiği -psikolojik olarak kendisini birkaç yıl etkileyecek- önemli bir olay yaşanmıştır: Adamı pencereden dışarı atan subay, kavga sonrasında meyhaneden çıkarken yolu üzerinde duran kahramanımızı “bulunduğu yerden bir başka yere iteleyerek” geçip gider. Kahramanımız bu “adam yerine konmama”nın yarattığı travmayla, günlerce subayla tekrar karşılaşmanın hayallerini kurar. Karşılaştıklarında ona karşı nasıl davranacağı üzerine türlü türlü senaryolar geliştirir. Bunun için hemen her gün St. Petersburg’un en önemli caddesi olan Nevskiy’e çıkar. Defalarca karşılaşma ihtimali belirmesine karşın, nihai temas öncesinde daima kahramanımızın cesareti kırılır ve kenara çekilerek subaya yol verir. Takip eden günlerde yine psikolojik rahatsızlıklar ve yeni kurmalar devam eder gider. Bu süreç birkaç yıl devam eder. Ve nihayet bir gün bu karşılaşma gerçekleşir. Kahramanımız tüm cesaretini toplar ve subayın yolu üzerinde, ona karşı yürür. Yol vermez. Bu anı, yeraltı adamı şöyle not etmiş: “Birden üç adım ileride düşmanımı görünce kararımı değiştirdim, gözlerimi yumdum, bir anda omuz omuza gelip çarpıştık! Bir santim bile yana çekilmedim, onunla tam bir eşitlik içinde geçtim gittim! Herif başını çevirip bakmadı bile. Beni gördüğü halde görmezlikten gelmişti, bunu adım gibi biliyordum. Şu ana kadar da bundan zerrece kuşkulanmadım. Benden daha güçlü olduğu için çarpışmada gene ben zararlı çıkmıştım, fakat bunun ne önemi vardı! Amacıma erişmiş, bir adım bile yana çekilmeden, herkesin gözü önünde kendimi onunla aynı düzeye çıkararak onurumu kurtarmıştım ya!...”
Çelişki
Tüm Türkiye’de cüppeli, çarşaflı ve başörtülüleri demokrasinin tehdidi olarak ilan edip sokaklarda cüppe-çarşaf avına çıkanlar, bugün cüppeli darbeyi alkışlıyorlar!
Şaşkınlık
Dindar Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan sonra, bir de dindar Genelkurmay Başkanımız mı oluyor?
Tebrik
Avrupa Şampiyonası’nda yarı final maçı oynayan Türk Milli Takımı’na tebriklerimizi sunuyor, başarılarının devamını diliyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et