“Bir Yaşam Şekli Olarak Askerlik”
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan’da Harp Akademileri’nin Yıllık Değerlendirme Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın hem içeriği, hem de üslubu kamuoyunun yoğun ilgisini çekti ve medya tarafından, elbette belli kısımlar öne çıkartılmak suretiyle, olumlu değerlendirmeler aldı. Başbuğ’un konuşmasında üç konu öne çıktı: “Demokratiklik kisvesi altında TSK’nın yıpratıldığı” tespiti, “Türkiye halkı” tanımı ve “Cemaat” değerlendirmesi.
Başbuğ’a göre askerlik bir meslek değil, daha ziyade bir yaşam şekliymiş. Başbuğ’un bu vurgusu, bir meslek grubunun yapmış olduğu işin niteliğini, muhtevasını, kapsamını ve sınırlarını büyük ölçüde kendisinin belirlemesi gereğine işaret ediyor. Bu, kime veya neye karşı, hangi koşullarda ve hangi ölçülerde sorumlu olduğunun belirlenmesinde müdahaleye de pek izin vermeyecek bir yaklaşım tarzı. Bu yaklaşımın, ortak bir bütünün, belli bir işbölümü sonucunda ve belli işleri yapmak üzere görevlendirdiği bir parça olma işlevini de pek benimsemeyeceği aşikar. Zira o ortak bütünün kendi yaşam şeklini tehdit eden, sınırlayan, istemediği kimi müdahalelerde bulunduğunu varsayıyor. Nitekim Başbuğ’un konuşmasında öne çıkan hususlardan birincisi, TSK’nın “demokratik eleştiri” kisvesi altında yıpratıldığı iddiası. Buna bağlı olarak da, TSK’nın iddiaların aksine yeterince otonom olmadığını dile getiriyor ve kendi organizasyonunu sağlama konusunda TSK’ya otonomi verilmesini talep ediyor.
Yine bu konuyla bağlantılı olarak Başbuğ, “TSK’da etik ve ahlaki değerlerin önemini, askerin üniforması, onuru ve şerefinin her şeyin üzerinde olduğunu” vurguluyor. Toplumun askerine güven ve itimatının tam olması gereğinin altını önemle çizen Başbuğ’un, TSK’ya yöneltilen eleştirilerin bu itimatı sarsıcı etki yaptığına ilişkin bir yargıya sahip olduğu anlaşılıyor. Ancak herhangi bir kuruma ya da kişiye bir eleştiri yöneltildiğinde, o kurumun ya da kişinin “şeref ve haysiyet”ten, “yerine getirdiği görevin tehlikelerinden” ya da “memlekete yapmış olduğu hizmetlerden” söz etmenin meseleyle alakasını kurmak pek de mümkün olmuyor. Şeref ya da haysiyetiyle görev yapmak, hata yapmamanın güvencesi olabilir mi? Ya da eleştiriyi kesinlikle yasaklar mı? Eleştiriyi yapanların, yalnızca eleştiri eylemleri nedeniyle, memleketin faydasını istemedikleri ya da haysiyetsiz ve şerefsiz oldukları düşünülebilir mi? Maalesef Başbuğ’un değerlendirmelerinden böyle bir sonuç da çıkmıyor değil. Aynı zamanda Başbuğ, değerlendirmelerinde, temsil ettiği kurumu toplumun üzerinde bir yerlerde yüce bir makama oturtuyor ve bu kutsal konumdan hareketle de, yaptığı her işin bir hikmeti olduğunun kabul edilmesi ve sorgulanmaması gerektiğini zımnen ifade ediyor.
“Türk Halkı” Out, “Türkiye Halkı” İn!
Başbuğ’un konuşmasında yaptığı “Türkiye halkı” tanımının kamuoyu tarafından hararetle desteklenmesi de sivil-asker ilişkilerine ilişkin bu vurgusunun ve konumlandırmasının yaygın bir kabul gördüğüne işaret ediyor. Mevcut siyasal partilerden herhangi birisinin bu tanımı dillendirmesi durumunda nasıl bir tepki alacağını düşünebiliyor musunuz? Bu durumda bölücülük dâhil her çeşit eleştiriye ve suçlamaya maruz kalacakları aşikâr. Ancak Genelkurmay Başkanı, benzer bir tanımlamayı yaptığında “devrimci bir açılım” övgüsüne mazhar olabiliyor. Elbette bu türlü yaklaşımların geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi Türkiye’nin problemlerinin çözümünde önemli açılımlar sağlayacaktır. Ancak meselelerin çözüm yollarını tartışmaktan ziyade, kimin ve ne zaman çözümü isteyeceğine endekslenmek Türkiye’nin yaşadığı en belirgin yönetim problemi. TSK herhangi bir hayatî konuda nihai bir değerlendirme yapmaz ise vay bu memleketin haline! O takdirde, çözülebilecek meseleleri bile çözmek mümkün olmuyor. Toplumun geniş bir kesimi tarafından da benimsenen bu konumlan(dır)ışın bugüne kadar ne TSK’ya ne de “Türkiye halkı”na bir faydası dokundu; bundan sonra dokunacağı da şüpheli.
Genelkurmay Başkanı’nın Mustafa Kemal’in Nutuk’una atıf yaparak sunmuş olduğu “Türkiye halkı” tanımına övgüler düzülürken, bugüne kadar “Türkiye halkı”nı farklı şekillerde anlayıp uygulayanların ya da bu tanıma benzer nitelemeleri “bölücülük” suçlamasıyla yaftalayanların kimler olduğu sorusu cevapsız kalıyor.
Bir Yanılsama Olarak Cemaatlerin Güç Algısı!
Başbuğ’un konuşmasında dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, “bazı din eksenli cemaatler” konusundaki açıklamaları. İsim vermeden, “bazı cemaatler”in “öncelikle ekonomik bir güç olmaya, daha sonra da sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalıştıkları” ve “kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve görünürde güçlü bir konuma geldiklerine inanmakta” oldukları tespitini yapıyor. Devamla da, muhtevasında bir tehdit ve uyarı da barındıran “ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır” mesajını veriyor. Bu “bazı din eksenli cemaatler”in kimler olduğu, kamuoyunun meçhulü değil. Nitekim savunu nitelikli pek çok açıklama da adresin doğru anlaşıldığını gösteriyor. Bugünden söylemek belki erken, ancak Başbuğ’un “bazı din eksenli cemaatler” hakkındaki değerlendirmeleri, ilerleyen zamanda yeni bir gerilimin doğacağına ilişkin izler de taşıyor. Bu, aynı zamanda hükümeti de bu konuda bir tavır almaya zorlayacak bir ortam yaratabilir. Bu gerilimin ve çatışmanın ne zaman ve ne şekilde gerçekleşeceği ise önümüzdeki dönemlerin gündemini oluşturmaya aday.
Dalga Dalga Ergenekon!
Meşhur ismiyle “Ergenekon” Davası çerçevesindeki operasyonlar dalga dalga devam ediyor. Son dalgada kimi eski rektörler ve bazı sivil toplum kuruluşlarının kurucu ve başkanları da ifadelerine başvurulmak üzere gözaltına alındı, ev ve işyerlerinde aramalar yapıldı. 12. dalga, gözaltına alınan kişilerin toplumsal hayatta işgal ettikleri “saygın” statüleri nedeniyle kamuoyunda tepkiyle karşılansa da, devamındaki gelişmeler belli bir mantığa ve kendi içinde bir tutarlılığa sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim özellikle eski rektörler, mahkemece tutuklandılar. (Senfonici eski Cumhurbaşkanı’nın, son dalgada tutuklanan Mehmet Haberal’ı uğurlaması ise pek de bir manidardı hani!) Neticede hep söylenen o malum nakaratı tekrarlamaktan başka ne söylenebilir: Yargıya güvenmek lazım!
İşin bir diğer boyutu da, kamuoyunun büyük ölçüde “saygınlık” temelinde duygusal nitelikli tepkilerde bulunmasıydı. Toplumca saygın olduğu varsayılan ya da belli kamusal fayda getiren hizmetler yapıyor oldukları gerekçesiyle medya tarafından yücelerde konumlandırılan kişiler için sanki suç işleyemezlermiş gibi bir hava yaratılıyor. O statüleri işgal etmeleri, başarılı bir cerrah ya da akademisyen olmaları ya da kamusal bir hizmet yapmaları yahut yaş ve sağlık durumları; sanki darbe girişimlerine destek vermelerine ya da bizzat darbe yapmaya teşebbüs etmelerine kesinlikle engelmiş gibi, operasyonlar aleyhine bir kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor. Operasyonlar sonrasında basına yansıyan gelişmeler ise operasyonların -tarzları ya da yöntemleri bir yana- belli bir tutarlılık içerisinde sürdürüldüğünü gösteriyor. Bu da, çatışmanın hâlâ belli düzeyde sürmekte olduğunun ve meselelerin çözümünün zorlu ve kararlı bir süreç gerektirdiğinin bir işareti olarak değerlendirilmeli.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da meydana gelen ve biri polis iki vatandaşımızın ölümüyle neticelenen “başarılı (!)” operasyonun, şimdilerde ABD’de tedavi-sürgün hayatı yaşayan Bedrettin Dalan’ın kurucusu olduğu İstek Vakfı’na ait Poyrazköy’deki arazide gömülü olarak bulunan silahların izinin sürülmesiyle başlatıldığı bilgisi medyada yer almıştı. Bu, adeta topraktan -Başbuğ’un sevmediği terimle söyleyecek olursak- “fışkıran” silahlarla ilgili ilk somut sonuç olması açısından önemli görülse gerektir.
Yine Terör! Ama Neden?
Meselenin bir diğer boyutu da, bu arazide bulunan silahların ne amaçla saklandığı ve 27 Nisan’da eş zamanlı olarak İstanbul’un yine bir başka semtinde gerçekleştirilen bir diğer operasyonla etkisiz kılınan teröristlerin hangi amaçla ne tür eylemler yapacaklarıydı. Nitekim İstanbul’daki operasyonların üzerinden bir gün geçmeden Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde Adalet eski bakanlarından Hikmet Sami Türk’e yönelik bir canlı bomba saldırısı atlatıldı. Bütün bu saldırıların Ergenekon Davası’yla nasıl bir bağlantısı var bilmiyoruz. Ancak Diyarbakır Lice’de 9 askerin şehit düşmesi, Şemdinli’deki çatışma ve Bilkent’te Türk’e yönelik saldırı gibi olayları aynı gün içinde yaşayan bir toplumun bu konuda hassaslaşmaması mümkün mü?
Belki Diyarbakır ve Şemdinli’de meydana gelen gelişmeleri diğerlerinden ayrı değerlendirmek gerekir. Ancak Lice ve Şemdinli’de başlayan saldırılar, PKK’ya yönelik bir askerî hazırlığa meşruiyet kazandıracaktır. Öte yandan, yerel seçimlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük bir seçim zaferi elde eden DTP’nin PKK’dan ayrışmasını zorlayıcı bir süreci de beraberinde getirecektir. Nitekim Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un gerek Harp Akademileri’ndeki konuşmasında dile getirdiği “Türkiye halkı” tanımı ya da “etnik çatışma” konusunda söyledikleri ve problemin çözümüne yönelik alınmasını önerdiği önlemler ve gerekse de 29 Nisan’da basın mensuplarıyla yaptığı iletişim toplantısındaki “PKK’yla ilişkisini açıklayamamış DTP’nin bulunduğu bir çatının altında bulunmam” sözleri bu zorlamanın izlerini taşıyor. Ayrıca bu yeni de değil. Yeni olan Ahmet Türk’ün geçmiş dönemdeki saldırılarda takınılan tavırdan farklı olarak saldırıları belli bir üslup dâhilinde kınayıcı açıklaması. Saldırıların nasıl bir süreci başlatacağını ise yaşayıp göreceğiz.
Paylaş
Tavsiye Et