İran BasınıÇeviri: Hakkı Uygur
“İran atom bombasına ihtiyaç duymayan bir süper güçtür.” Bu cümle Siyonist Haaretz gazetesinin 21 Şubat tarihli yazısı için seçtiği başlıktı. Gazete İran’ın Ortadoğu’daki gücünün etkisini ve izlerini anlatıp şöyle diyordu: “İran atom bombasına sahip olmadan da hem Batı ülkeleri hem de Batı ile Çin ve Rusya arasında derin bir ayrım ve anlaşmazlığın meydana gelmesine neden oldu. Şu anda İran’a yaptırım konusu küresel güçler için bir onur meselesine dönüşmüş durumda. Bundan başka çözüm yolu zor görünmekle birlikte başka stratejiler de göz önüne alınmalı. Kabul etmesi çok zor olsa da, bölgesel bir güç olarak İran’ın küresel sorunların çözümünde rol oynama ihtimali değerlendirilmeli.”
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra birçok teorisyen, Amerikan liderliğinde tek kutuplu bir dünyanın oluşmasını kaçınılmaz görürken; az sayıdaki siyasi düşünür, Konfüçyüs medeniyetinin ve Doğu’nun uyuyan ejderhasının (Çin’in) yeniden sahneye çıkabileceğini, öte yandan (İran’daki) İslam Devrimi’nin de etkisiyle İslam medeniyetinin İran ekseninde yeniden canlanabileceğini gündeme getiriyordu. Çin, dünya nüfusunun beşte birinden fazlasına tekabül eden insan gücünün de etkisiyle, sürekli ve istikrarlı bir büyümeyle dünya ekonomisinde önemli bir noktaya ulaşmayı başardı. Söz konusu teori İran için de geçerli. Kuşkusuz ABD, Ortadoğu’da kendisi için istikrar adası olarak nitelediği bir ülkenin gün gelip bölgedeki politikalarına en çok meydan okuyacak ülke olacağını aklından geçirmezdi.
ABD, hegemonik bakış açısının etkisi altındaki “ulusal güvenlik ve çıkarlar” tanımına dayanarak, Ortadoğu’daki dış politikasını bölgenin jeopolitik durumunda köklü değişiklikler yapma ve ülkelerin yönetimlerini değiştirme ekseni üzerinde şekillendirdi. Bu doğrultuda insan hakları, demokrasi, terörizmle mücadele gibi örtüler altında hedefine ulaşmaya gayret ediyor. Bu siyasetlerin önemli bir bölümü, Siyonist lobinin baskısından ve ABD’nin İsrail’in güvenliğini sağlama taahhüdünden kaynaklanıyor. ABD yıllardır kendisine bağlı ya da paralel hareket eden ülkelerle birlikte İran’ı şer ekseninde konumlandırıyor ve bölgeye yönelik bir tehdit olarak lanse etmeye çalışıyor. İran’ın nükleer alanda kat ettiği mesafe konusunda da sessiz kalmıyor ve sürekli olarak bölgedeki İran fobisini körüklemeye gayret ediyor. Washington yönetimi Fransa, Almanya ve İngiltere’yi de yanına alarak İran’ın, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı denetçilerinin raporlarıyla barışçıl olduğu teyit edilen nükleer faaliyetlerini çarptırıyor ve çeşitli iftiralarla BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı bazı yaptırım kararları çıkartıyor.
İşin aslı şu ki her ne kadar ABD ve Batı, nükleer silahların dünyada yayılmasını önleme çabasındaymış gibi hareket etse ve İran’ı bu yönde suçlasa da, mesele onlar açısından teknik ve hukuki olmaktan çıkıp ABD liderliğinde İran’a karşı girişilmiş siyasi bir koalisyonun kapsamlı hareketine dönüştü. ABD ve Batı’nın korkusu İran’ın nükleer silahlara kavuşması değil; zira İran’daki sistemin üst düzey yetkilileri tarafından çeşitli kereler İran’ın nükleer silah üretmeyi amaçlamadığı belirtildi. Ancak nükleer teknolojiye ulaşılması, İran’ın bölgedeki en etkili ülke haline gelmesine neden olabilir. Düşmanın İran’ın nükleer gücü elde etmesine yönelik muhalefetinin arkasında aslında, İran halkının ve yetkililerinin bu amaca ulaşma arzusu yatıyor.
ABD, bu durumun Ortadoğu politikalarına ve bölgedeki çıkarlarına aykırı olması nedeniyle başta Körfez ülkeleri olmak üzere İran’ın komşularını korkutmaya çalışıyor. Üst düzey Amerikalı yetkililerin ardı ardına bölgeye düzenledikleri ziyaretler ve yapılan açıklamalar bunu gözler önüne seriyor. Fakat ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın son bölge ziyareti esnasında bazı ülke yetkililerinin kendisine verdiği yanıtlar, İran fobisi siyasetinin artık fazla geçerliliğinin kalmadığını ve kullanım süresinin bittiğini gösterdi. ABD, Şubat ayında düzenlenen Helmand Operasyonu’nun işaret ettiği gibi, Afganistan’da zayıflıyor ve yeniliyor. Diğer yandan Irak bataklığında da son çırpınışlarını veriyor. Dolayısıyla ABD için en iyisi, bölgede yeni bir maceraya girişmemesi, ağır zarar ve kayıplara uğramaması.
İran aydınlık bir gelecek için kararını verdi. İran’ın fedakar halkı, kalkınma ve ilerleme konusunda kararlı. Onlar Ortadoğu’da barış, güvenlik ve istikrarın sözcüsü olmak istiyorlar. Eğer bu hedefe varmak için ABD ve Batı ile mücadele etmek gerekiyorsa, İran halkı son bireyine kadar İslami rejimin hedefleri ve devrimin amaçları için savaşmaya hazır. ABD bölgedeki varlığının sallanmakta olduğunu görüyor. İran’ın bölge ülkeleri arasındaki gücü ve etkisinin günden güne artması, ABD’nin nefes almasını engelliyor ve ABD için acı da olsa, süper gücünün sonuna geldiğini ortaya koyuyor.
Tavsiye Et
İngiliz Basını
Çeviri: Burcu Anatay
Dubai’deki otel odasında, tenis oyuncuları görünümündeki gizemli bir takımın düzenlediği suikast sonucu (20 Ocak’ta) hayatını kaybeden Hamas örgütünün komutanlarından Mahmud el-Mebhuh’a fazla sempati duymak pek kolay değil. 50 yaşındaki el-Mebhuh bu sonla karşılaşmadan önce, İsrail’in en çok aranan teröristler listesinin en tepesine yükselmişti. Hamas’ın askerî kanadı İzzeddin Kassam Tugayları’nın kurucularından biri olan el-Mebhuh’un, 1989’da iki İsrail askerinin kaçırılıp öldürülmesinden İran’dan Gazze’ye silah getirilmesine kadar uzanan terörist faaliyetlerdeki deneyimi sağlam şekilde belgelenmişti. El-Mebhuh’un faaliyetlerinin sonucu olarak bugün Hamas, İsrail’de tahribata yol açabilen İran yapımı füze stoklarına sahip.
Ortadoğu’da söylenegeldiği gibi, terörizmle yaşayanlar önünde sonunda terörizmin kurbanı olurlar. El-Mebhuh’un ölümünden kimin sorumlu olduğunu anlamak için bilmeniz gereken her şeyi size anlatan sevinçten coşmuş İsrail medyası, ülkenin dış istihbarat servisi Mossad’ı övgülere boğdu. Jerusalem Post gazetesi kendinden emin bir şekilde, Mossad’ın şahin başkanı Meir Dagan’ın olaydan sonra koltuğunu kaybetmeyeceği tahmininde bulunurken, Yediot Ahronot gazetesi de bunun “etkileyici ve başarıyla taçlanmış” bir eylem olduğunu iddia etti.
El-Mebhuh cinayetinde İsrail’in parmağı olduğu konusunda herhangi bir şüphe mevcut olsaydı, ilk önce İsrail medyası bunu öne sürerdi. Cinayetteki Mossad bağlantısının detayları, ilk defa Ocak ayı sonunda İsrailli bir gazeteci tarafından İngiltere’de yayınlandı; ancak hiç kimse Dubaili yetkililerin İngiliz pasaportu taşıyan şahısların cinayete muhtemelen katılmış olduklarına dair açıklamalarına kadar daha fazlasını düşünmemişti. Dubai’den gelen bilgilerden sonra İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın ülkesini bu olaydan uzak tutma çabaları hiç de inandırıcı değildi. Zira çok iyi eğitilmiş ve çeşitli roller üstlenmiş 11 kişilik bir ekip tarafından gerçekleştirilen operasyonun karmaşıklığı ortadayken, bölgedeki diğer istihbarat servislerinden herhangi birinin böylesine gözü karalık isteyen bir eylemi becerecek kaynaklara sahip olduğunu hayal etmek oldukça zor.
İsraillilerin çoğunluğu, el-Mebhuh cinayetinin terör değil bir savaş eylemi olduğunu ve onun, tekerlekli sandalyeye mahkum din adamı Şeyh Ahmed Yasin’den “Mühendis” olarak tanınan Hamas’ın efsane bomba yapımcısı Yahya Ayaş’a kadar uzanan Hamas üyelerinin tasfiye edilmesi programı çerçevesinde meşru bir hedef olduğunu savunacaktır. Bununla birlikte kullanılan yöntemleri, özellikle de vurucu ekibin kimliklerini korumak için İngiliz vatandaşlarının pasaportlarını taklit etmelerinin akıllıca olup olmadığını sorgulayanlar da olacaktır. El-Mebhuh cinayetini organize ettiğini rahatlıkla varsayabileceğimiz Dagan, Mossad’ın dümeninde bulunduğu yedi yıl boyunca İsrail’in suikast timlerini Gazze, Lübnan ve -1980’lerin başında Beyrut’taki Amerikan Elçiliği ile Deniz Kuvvetleri Üssü’nü havaya uçurmaktan sorumlu olan İmad Muğniye’yi iki yıl önce öldürmeyi başardıkları- Suriye’ye gönderdi.
Tıpkı el-Mebhuh’un öldürülmesinde olduğu gibi, Mossad ve İsrail’in güvenlik yapılanmasının diğer unsurları, Hizbullah’ın askerî planlama şefi Muğniye’nin ölümünde rol oynadıklarını dile getirmeye yanaşmadılar. El-Mebhuh’un faaliyetleri, benzer bir tehdit teşkil ettiyse de, iki operasyon arasında kritik bir fark bulunuyor. Mossad’ın el-Mebhuh’a yönelik operasyon biçimi, İsrail’in Avrupa’daki başlıca müttefiklerinden biriyle arasında bir çatlağa neden olurken; Muğniye’nin, aracına yerleştirilen bomba ile öldürülmesi, sadece onun Suriyeli ve İranlı koruyucularını rahatsız etmişti.
İsraillilerin büyük kısmının İngiltere’ye olan yaklaşımlarını, hain İngilizlerin, (kutsal topraklardaki) -çoğu Holokost’tan kurtulmuş- yoksul Yahudi göçmenlerin kendi devletlerini kurmalarını engellemekle suçlandığı, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki manda dönemine ilişkin anılar şekillendiriyor. Bu yüzden İsrailli yetkililer, izledikleri politikalara ilişkin İngilizlerin eleştirilerinin geçersiz olduğunu, Ortadoğu’nun kaderini belirleme gücünün artık Londra’da değil Washington’da bulunduğunu göstermekten daima mutluluk duyarlar.
Fakat bütün zorluklara rağmen, İngiltere ve İsrail yakın bir istihbarat işbirliği tesis etti. İslamcıların ilham verdiği terörist saldırıları önlemek için birlikte çalışmanın yanı sıra, istihbarat görevlileri İran’ın nükleer programından kaynaklanan tehdidin üstesinden gelmek için de bir ortaklık kurdular. Mossad’ın İngiltere’nin hassasiyetlerine karşı saygısızlığının bir sonucu olarak tehlikeye giren işte tam da bu. Mossad, en azından, halen İsrail’de yaşayan İngiliz vatandaşlarının kimliklerini çalmak yerine, İrlandalılara ait belgelerde yaptığı gibi, sahte pasaportları kullanırken nezaket kurallarına uyabilirdi.
Belki de Dagan, istihbarat meselelerinde İsrail’in İngiltere’ye olan ihtiyacından daha çok İngiltere’nin İsrail’in işbirliğine ihtiyaç duyduğunu vurgulamaya çalışıyordu. Eğer böyleyse, vahim bir hesap hatası yaptığını fark etmek üzere. Mossad’ın Londra şefinin taklit edilmiş bir çuval İngiliz pasaportunu özensiz bir şekilde kaybetmesinin ardından Mossad ile bağlarını kesen İngiltere, İsrail, eylemleri için inandırıcı bir savunma ortaya koymadığı takdirde bunu yine yapacaktır.
Tavsiye Et