Konuşan: Hilal Turan
Türkiye’de hem modernleşme sürecinde hem de modern paradigmalara direnme noktasında verilen kamusal mücadelenin görünür toplumsal aktörleri hep kadınlar olageldi. “Cumhuriyet kadını” tanımı, Osmanlı kadınını, bir norm olarak konan Batılı kadına benzetmeyi hedeflerken; bu sürece direnen dindar kadınlara ise bu imajın “öteki”si olma rolü verildi. Siz son kitabınızda hikayeleri gizli kalmış, görünürlükten uzak bırakılmış bu öteki kadınların hikayelerine dokunuyorsunuz. Sizi bu hayat hikayelerine talip olmaya sürükleyen neydi?
Savaşların/tarihin er meydanlarından kazanıldığı dönemleri çok geride bıraktık. Savaşın yerini modern dönemde bilgi, post-modern dönemde hayat hikayeleri aldı. Tarihi artık hayat hikayeleri yazıyor. Doktora tezimden bu yana, Tanzimat-Cumhuriyet arasında yaşamış olan dindar kadınların hayat hikayesini bilmediğimizi fark ettim. Ama bugünü yazmasaydık, Cumhuriyet’in dindar kadınlarını da kendileriyle yüz yüze geldiğimiz, bir şekilde sohbetlerine tanık olduğumuz kadınları da bilmiyor olmaya devam edecektik.
Bu çalışmayı iki cilt halinde düşünmüştüm. Bir tarafta okuduğu fakülte ve bölümün ilk başörtülü öğrencisi olmuş hanımları yazacaktım, diğer tarafta ehl-i tarik hanımları. Ehl-i tarik hanımları konuşmaya ikna etmek çok kolay olmadı. Konuşanlar sonradan iptal ettiler. Başını örten ilk kuşağın hayat hikayesini araştırırken onların esasında Hanımlar İlim ve Kültür Derneği etrafında bir muhit oluşturmuş olduklarını fark ettim. Dolayısıyla çalışma bir muhit çalışması olarak şekillendi.
Görüştüğünüz ilk kuşak isimlerin genel profiline baktığımızda, eğitim, hayır ve hizmet konusunda diğerkâm ve fedakâr vakıf insanları olduğunu görüyoruz. 80 sonrasında ise bilhassa başörtüsü ile ilgili siyasi ve toplumsal taleplerin öne geçtiği bir kuşak oluşuyor. Siz bu dönüşümü nasıl açıklıyorsunuz?
1955 yılında bir tıbbiye öğrencisi iken başını örten Dr. Hümeyra Ökten ile başını Hümeyra Ökten’le karşılaşması sonucu örten Dr. Gülsen Ataseven örneği bize iki ayrı damarı sunacak bir yapı gösteriyor esasında. Dr. Hümeyra Ökten, Celal Hoca namıyla meşhur olan bir âlimin kızı. Onun başını örtmesi akmakta olan suya karışmak gibi kendiliğinden gerçekleşen bir durum. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği muhit içinde İslam dinini ve ahlakını havadaki oksijen gibi idrak ediyor.
Dr. Gülsen Ataseven örneğinde ise muhite rağmen sürdürülmüş bir öğrenme arzusu var. Çünkü onun çocukluğu, Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde ama kapalı bir muhit olan subay ailelerin ikliminde yaşanmış bir çocukluk.
Birbirinden tamamen farklı olan bu iki örnekten bahsetme sebebim şu: Zamanı merkez aldığımızda bile yekpare örnekler ile karşılaşmıyoruz. Ama zamanı merkeze aldığımızda şu tespiti yapmamız mümkün diye düşünüyorum: Dünya savaşlarını yaşamış kuşağın dayanışma ruhu ile -ki buradaki ruhun ana payandası iktisadi dayanışmadır- Cumhuriyet’in Dindar Kadınları’ndaki bütün kahramanlar tasarruf bilinciyle yetişmiş, kendisinden darda olanları düşünen bir kuşaktır.
Dönüşüme gelirsek, hayat söz konusu olduğunda dönüşüm kelimesini pek kullanışlı bulmuyorum. Dönüşüm dediğimiz zaman ister istemez gizli bir olumsuzlama eşlik ediyor sanki analizlerimize. Ben hem Herakleitos’un “Bir nehirde iki defa yıkanamazsın” önermesinin geçerli olduğunu düşünüyorum hem de “Gök kubbede yaşanmamış bir şey kalmadı” önermesinin.
Kuşaklar arasındaki sürekliliği sağlayan etkenin, bütün olumsuz şartlara rağmen dinî ilkelerden taviz vermeden yürümeye devam etmek olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında eğitime devam etmek bunun en görünür ifadesi.
Giriş yazınızda 2000 kuşağının başını örten ilk üniversiteli kuşağın hikayesini bilmediğini söylüyorsunuz. Yeni nesil dindar kadınların ilk nesillerin tecrübelerine uzaklığını nasıl açıklamalı? 2000 kuşağının rol modelleri kimler sizce?
Buna cevap verebilmek için derinlemesine mülakatlara ihtiyaç var. Benim gözlemim, karşılaşmış olduğum gençlerden edindiğim intibalara dayanıyor. Bu intibaları ise Cumhuriyet’in Dindar Kadınları vesilesiyle katıldığım üniversitelerin kulüp çalışmalarında edindim. Evet, bilmiyorlar. Bilmediklerini fark etmedikleri gibi, neden bildikleri isimleri çalışmadığım yolunda eleştiriler aldım: “Meşhur kişileri okuyacağımı sanmıştım. Buradaki isimleri hiç tanımıyorum. Hiç tanımadığım isimleri yazarak ne yapmak istediniz ki?” diyecek kadar “kendinden emin” karşı çıkışlardı bunlar.“Cumhuriyet’in Dindar Kadınları” deyince Mevhibe İnönü, Halide Edip gibi isimleri bulmak isteyenler vardı mesela. Sorunuza dönecek olursak, genç kuşak sanırım “şöhretli” isimleri rol model almak istiyor.
Marka kuşağı var karşımızda. Tanınırlığını sağlamış insanlar istiyor yeni kuşak. “Marka insan”lar istiyor. Bilgisi ya da görgüsü önemli değil. Haksızlık etmemek için şu ilaveyi yapmam gerekiyor: Marka kuşağı sesini daha çok yükseltiyor. Dolayısıyla gençliğin büyük bir kısmının böyle olduğunu zannediyoruz. Ama seslerini henüz duymaya başlamadığımız çok iyi okumalar yapan, hem analitik hem de bütünleştirici bakışı kazanmaya çalışan bir gençlik geliyor ki her daim ümitvar olmamı onlara borçluyum.
Dindarlık Türkiye’de genellikle bir mağduriyet söylemiyle birlikte anılır. Ancak sizin kitabınızda sayısız insana ulaşan yardım dernekleri kurmaktan, yine birçok gence Kur’ân ve dinî prensipleri öğretmeye varana kadar toplumun her ihtiyacına eğilen ve çabalarında son derece “başarılı” da olan kadınlara tanık oluyoruz.
Türkiye’de kadınların tarihi yazılmadı henüz. Dindar kadınların tarihi, bir üst başlık olarak bile yer almıyor zihinlerde. İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmasından sonra ucuz iş gücü olarak emekleri satın alınan işçi kadınlara dair hiçbir şey bilmiyoruz mesela. Ki bu çok önemli; günümüzü anlayabilmek için çalışmanın değişen çehresi olarak bu kopuşu çok iyi bilmemiz gerekiyor. Toplumun bütün katmanlarında yer alan kadınların hayat hikayelerine tanık olmadığımız sürece büyük genellemelere sığınmaya devam edeceğiz. Oysa büyük genellemeler bizim toplumsal tasavvurumuzu zenginleştirmiyor; tam tersine çok sığ bir bakış açısına mahkum ediyor.
Osmanlı’nın son dönemindeki kadınlar ile Cumhuriyet’in dindar kadınları arasında “baba” figüründe nasıl bir değişim söz konusu?
Tanzimat romanı için Jale Parla “yetim metinler” metaforunu kullanır. Oğullar babasızdır. Babanın bıraktığı boşlukta efemine tavırlar gösterir romanın erkek kahramanı. Ama aynı dönemde kadınların yazdığı romanlarda babalar ziyadesiyle vardır. Mesela Fatma Aliye’nin romanlarında… Çünkü Osmanlı edebî kamusunda kadınların hayatında babaları çok önemlidir. Bu önem “Cumhuriyet’in Dindar Kadınları”nda da devam ediyor. Babanın vermiş olduğu karar bütün hayatlarında etkili oluyor. Yani “babalar ve kızları” diyebileceğimiz bir fotoğrafa sahibiz.
Siz bilhassa 70’li yılların dindar kadın kimliğinin farklılık değil benzerlikler üzerinden kurulmaya çalışıldığını belirtiyorsunuz. Örtülü-şık kadın imajı ve estetik paydada eşitlenme nasıl bir kaygı yahut psikolojik durumdan kaynaklanıyordu?
Cumhuriyet, kılık-kıyafet inkılâbını estetik incinme üzerine oturtmuştu. Köylülerin şehirleri kıyafetleri ile incittiği, çağdaş dünya için kötü temsiller olduğu fikri hâkimdi. Aşık Veysel’in bile Ankara’ya alınmadığını biliyoruz. Yani bir tarafta “Köylü milletin efendisidir” sloganı ile köylüler “kazanılma”ya çalışılıyor, diğer taraftan şehirli insanın kıyafeti üniforma olarak keskinleştiriliyor. Okumuş-yazmış iseniz muhakkak dans bileceksiniz, saçlarınız bakımlı olacak, eteğiniz dizinizin hemen altında bitecek.Dolayısıyla “Cumhuriyet’in Dindar Kadınları”, şehirleri “incitmemek” için estetik ve zarafete çok önem veriyor.
Görüşmeler sırasında bir terbiye sürecinden geçtiğinizi söylüyorsunuz. Bu hikayeler sizin topluma, hayata bakışınızda neleri değiştirdi?
Hayat hikayelerinin öğreticiliğinin hiçbir metinde olmadığını düşündüm daima. Onun için Kur’ân-ı Kerim’de kıssalar anlatılır bize. Benimle hayat hikayesini paylaşan kahramanlarım ile bir dönemin henüz ışıklandırılmamış yarı loş sokaklarında dolaştık. Bu benim için enteresan bir tecrübe oldu. Dinleme estetiğinde bir adım yol alabileceğime dair umudum arttı.
Paylaş
Tavsiye Et