GEÇTİĞİMİZ günlerde Oxford Üniversitesi İslami Araştırmalar Bölümü’nden Muhammed Ekrem Nedvî, “İslam tarihinde kadın âlimler” üzerine bir konferans vermek üzere Türkiye’deydi. İslam tarihindeki muhaddis kadınlarla ilgili yaptığı çalışmanın bir özeti niteliğindeydi konferansı. Ama konferansı da kitabı da üzerinde düşünmemiz gereken tepki ve yorumlara neden oldu.
Bazıları, onun 9. yüzyılda Şam-Emeviye Camii’nde kadın-erkek karışık öğrenci gruplarına ders veren âlim kadınlardan bahsetmesine, bugünkü kadın-erkek ilişkilerinde yozlaşmaya neden olabileceğini düşündüklerinden, ihtiyatla yaklaştılar. İslam dünyasının çeşitli merkezlerinde, kendilerini “muhafaza etme”ye adamış ve çağdaş dünyada karşılaşılan bütün meydan okumalara, kadınları yerlerinde tutarak karşı konulabileceği zannıyla avunan bazı kimseler, tarihteki bu örnekleri “ifsat edici” bilgiler olarak değerlendirdiler. Bazıları ise kadınların eşitliği/özgürlüğü üzerinden sorgulanmanın yükünü sırtlarından atmanın bir çıkar yolunu bulmuş olmanın sevinciyle, bu koca tarihten bula bula “İslam’da kadınlar yemek yapmak zorunda değillermiş!” çıkarımını yaptı. Ne yazık ki bu konferans sonrası Türk basınında yer alan haberlerde en fazla vurgulanan husus buydu.
“Kadınlar yemek yapmak zorunda değillermiş!” çıkarımının değerlendirmesine geçmeden önce Hindistan asıllı hadis âlimi Nedvî’nin hem konferansında hem de bu konferansa temel teşkil eden kitabında (Al-Muhaddithat: The Women Scholars in Islam) temel olarak neyi ele aldığını kısaca özetlemek istiyorum.
Nedvî öncelikle kendisini kadın çalışmaları alanında konumlandırmıyor; bu nedenle de bu eseri “modern hayatta kadınlara alan açmak” şeklindeki bir kadın hakları ya da feminist motivasyondan hareketle kaleme almadığını belirtiyor. Hadis rivayetinde ehliyetin, kadın ya da erkek cinsine mensup olma açısından bir kritere bağlı olmadığını ifade ediyor. Yani hadis ilmi, erkeklerin alanı olarak tanımlanmamıştır ki, kadınların burada erkeklere rağmen yer alması gibi bir çaba söz konusu olsun, diyor. “Eylemek”ten (agency) ziyade “olma”nın önemine de kısaca bir atıfta bulunup geçiyor. Burada tabii ki son iki yüzyıldır kadınların bilimden siyasete kendilerine alan açarak yol aldıkları tecrübeye dikkat çekmek isterim.
Nedvî böyle bir alan açma çabasının ilim alanında söz konusu bile olmadığını, İslam’ın ilk yüzyılından itibaren verdiği örneklerle anlatıyor: En fazla hadis rivayet eden sahabe hanımlar, kadın-erkek karışık öğrencilere hadis öğreten ve icazet veren âlimeler, kocasına ders veren kadınlar, karısından hadis rivayet eden muhaddisler, Kütüb-ü Sitte’yi, Muvatta’yı ezbere bilen ve bunları mescidlerde ya da evlerinde talim ettiren kadın hocalar… Bunları sloganik savunma cümleleri olarak değil, tarihte yaşamış kanlı canlı şahsiyetler olarak gözler önüne seriyor kitapta. Dönemlere, coğrafi bölgelere, hadis rivayeti ve usulündeki yani metodolojideki ağırlıklı konumlarına göre çeşitli açılardan değerlendiriyor. Henüz yayınlanmamış, yekûnu 40 cildi bulan biyografilerden sadece kısıtlı sayıda örneklere yer veriyor.
Ama kitabın kapağında yer alan harita bizi, çalışmanın geri kalanı ile ilgili bir merak duygusunun kucağına bırakıyor. Tamam, pek çok kadın Sahih-i Buhari’yi ezberlemiş olabilir. Hatta bugün Şam’da Nedvî’nin bildiği 35 Buhari hafızı kadın da var olabilir. Ama 13. yüzyılda yaşamış Fatıma binti Sa‘dü’l-Hayr’ın, İspanya’nın Valensiya kentinden Çin’e kadar ilim yolculuğu yapmış olduğunu ana duraklarıyla (Kahire, Şam, Bağdat, İsfahan, Rey, Nişabur, Tus, Buhara, Semerkant, Kaşgar) gösteren harita, eğer belgelenmemiş olsa “artık bu kadar da olmaz” dedirtecek kadar şaşırtıyor bizim gibi çağdaş okuyucuları. Çünkü o yüzyıllardaki yolculuk şartları düşünüldüğünde, bir kadının “İlim Çin’de de olsa, arayınız” hadisini müşahhas hale getirmiş olduğuna inanmakta güçlük çekiyoruz. Zira “İslam tarihinde kadınlar yoktur” şeklindeki oryantalist yargının izdüşümü, zihinsel haritamızı bozan bir parametre olmaya devam ediyor.
Bu çalışmanın, pek çok kişiyi, özellikle söz konusu baskı altındaki genç kız ve kadınları, “İslam tarihinde kadın entelektüeller” bulma şeklinde tepkisel bir anakronizme savurma riskini öngörebilmiştim. Fakat İslam’da ilmin cinsiyet bağımlı bir meşguliyet/varlık alanı olmadığını, sahabe döneminden günümüze kadar örnekleriyle ortaya koyan bir çalışmadan, “Kadınlar yemek yapmak zorunda değillermiş” çıkarımının yapılmış olması, “kadın meselesi” diye kategorize edilen meselenin hangi düzeyde ele alındığını da göstermiş oldu.
Bir kere öncelikle şunu sormalıyız: “İslam’da” derken kastedilen nedir? Fıkıh diliyle konuşacak olursak, mubahtan mekruha ve harama, helalden menduba ve farza doğru derece derecedir ameller. Ve toplumsal işbölümü bakımından coğrafyaları ve çağları aşan sadece bir-iki konu vardır bu çerçevede değerlendirilebilecek: Kadınlar çocuk dünyaya getirir ve onları iki yıl emzirirler; erkeklerin ailede paylarına düşen ise sadece iktisadi alanla sınırlı olmayan ve “kıvame” kavramıyla karşılanabilecek olan koruma, kollama, destekleme gibi işlevlerdir. Bunun dışında keskin tanımlar yoktur. Çünkü işbölümü denilen şey, toplumların iktisadi yapılarına ve kişilerin sosyo-ekonomik durumlarına göre değişir. Bu durumda belirleyici olan örftür. Örf ise edille-i şer’iyyeden, yani Müslümanların hayatlarıyla ilgili hüküm çıkarmada Kur’an, Sünnet gibi kaynaklardan sonra gelen başvuru mercilerindendir.
Böyle olunca “örfe göre” kadınlar yemek yapmak zorunda değiller midir Türk toplumunda? Hz. Fatıma’nın ellerinin değirmen çevirmekten yaralanmasına rağmen Efendimiz’in kendisine bir hizmetçi tahsis etmeyişi örneğini biliyoruz. Demek ki “Asr-ı Saadet’te de kadın ev işi yapmak zorunda değildi” şeklinde bir hükmü delillendiremiyoruz. Bugün evet petrol zengini Arap şeyhlerinin eşleri iş yapmak zorunda değildir. Ama onların evinde çalışan Filipinli Müslüman bir kadın hem orada çalışmak hem de eve dönüp iş yapmak zorundadır. Demek ki bu meseleler öyle kolayca “İslam’da” diye genellenebilecek meseleler değil.
Ailede kadının üretimden soyutlanarak evde tüketici fonksiyonuyla tanımlandığı, erkeğin fabrikada, ofiste çalıştığı kurgu, sanayi sonrası burjuva toplumunun bir veçhesiydi. Kadınların fabrikada çalışmaya başlaması da bu işbölümünü çok fazla değiştirmedi ve bu yüzden feministler yüz yılı aşkındır “kamusal olan özeldir” diyerek aile içi işbölümünü yeni bir düzenlemeye tabi tutmaya çalışıyorlar. Ama yaşanan değişim sadece onların çabasıyla alakalı değil. Şu bir vakıa ki ataerkil aile yıkılıyor. Manuel Castell’e göre enformasyon çağında artık rollerin keskin tanımlandığı aileler tarihe karışıyor.
Bu durumda “Örf değişiyor, o halde işbölümü ve rollerde yeni bir düzenlemeye gidilebilir mi?” sorusu, fıkhî açıdan anlamlı bir sorudur. Ama “İslam’da kadınlar ev işi yapmak zorunda değillermiş!” şeklinde indirgeyici bir genelleme yapmak, ne geçmişi değerlendirirken anlamlıdır ne de bugün insanî/İslamî/ahlakî hayatlar inşa etmeye çalışırken bir anlam ifade eder.
Paylaş
Tavsiye Et