AMERİKAN dış politikasına, başkanların özel ilgi alanları ve şahsiyetlerinin fazla etki yapmadığı söylenebilir. Zira izolasyonist Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’na girmek zorunda kalmış; yine etrafındakiler değilse de Başkan Bush göreve minimalist bir dış politika gündemiyle gelmişti. Ancak yine de tarihî süreçte uluslararası sistemin kendi şartlarıyla o sırada görevde olan başkanların karakterleri arasında bir uyum yakalamak mümkün. Reagan, Soğuk Savaş’ın en hararetli dönemine uygun bir başkandı; Bush ise devlet kademelerindeki tecrübesiyle Soğuk Savaş’ın sonundaki sistemik değişikliği yönlendirmeye çalıştı; Clinton uluslararası ticaretin ağırlık kazandığı bir küreselleşme döneminde ABD’yi güvenlik kimliğinden sıyırıp, yumuşak ticari gücünü merkeze oturttu. Ancak ABD açısından küreselleşmenin beklenmeyen iki olumsuz neticesi oldu. İlk olarak, daha önce güvenlikleri önemsenmeyen ve otoriter rejimlerin kontrolünde oldukları varsayılan halk kesimleri kendilerini temsil etmeyen uluslararası sisteme karşı güçlerini gösterecek imkanlara kavuştular ve bunun neticesinde uluslararası siyasi şiddet sorunu ortaya çıktı. Bush iktidarı şiddete karşı şiddet yöntemiyle tepki verdi ve neticede artan askerî harcamalar yoluyla ABD’yi çok ciddi bir dış borcun altına sokmuş oldu. İkinci olarak ise, sermaye ve üretimde sınırların ortadan kalkması, Çin faktörünü ortaya çıkardı. ABD, askerî harcamalarına sponsorluk etmesi karşılığında ülkesinin iç pazarını tamamen Çin’e açtı. Bush’un halefinin devralacağı ABD, Çin’e 1,4 trilyon dolar borçlu bir ülke. Dolar rakip para birimlerine karşı giderek değer kaybediyor ve ülke içinde ciddi bir mali kriz yaşanıyor. Kısacası yeni ABD başkanı Amerika’yı post-hegemonik düzene hazırlamak zorunda. Bu ise daha liberal bir başkanı gerekli kılıyor. Bu kişinin, Amerikan askerî yükümlülüklerini ve harcamalarını azaltması, Ortadoğu’yu askerî açıdan daha az masraflı hale getirmesi, bu amaçla İsrail’le ilişkileri yeniden tanımlaması ve Irak’tan geri çekilmenin hazırlıklarını yapması, Çin’le ilişkileri yeniden gözden geçirmesi ve alternatif enerji kaynakları konusunda radikal adımlar atması gerekiyor. ABD’nin kendisini post-hegemonik düzene hazırlamayı başaramaması da bir ihtimal; ancak bu durumda çöküşü çok daha şiddetli olacaktır.
Bu yeni misyona en uygun olmayan kişi Cumhuriyetçi Parti’de adaylığını garantileyen John McCain. Dinle arası fazla barışık olmayan, bu nedenle Amerikan dindar seçmenleri tarafından tercih edilmeyen bir isim. Dış politika görüşünü belirleyecek bir dinî yönelimi olmasa da, askerî gücün gerektiğinde tek yanlı olarak kullanılması, İsrail’in güvenliği ve uluslararası kurumlara fazla itibar edilmemesi konusunda ortalama bir Cumhuriyetçi.
McCain asker kökenli ve Vietnam Savaşı sırasında kullandığı savaş uçağının düşürülmesinin ardından beş yıl boyunca Kuzey Vietnam’da esir olarak tutulmuş. Bu tecrübenin onun zihninde derin bir iz bıraktığını düşünebiliriz. McCain Demokrat Parti içindeki aday adaylarından farklı olarak Amerikan başkanlarının ortak profiline tam olarak uyan bir isim: Beyaz, erkek ve Protestan. Kahraman imajıyla birleştirildiğinde seçilmeye en yakın aday olacağı söylenebilir. McCain’i dezavantajlı duruma düşüren faktörler ise, muhafazakâr seçmen tarafından sosyal konularda yeterince muhafazakâr bulunmaması, 72 yaşında oluşu ve iki dönemlik Bush iktidarından sonra halkta Cumhuriyetçi Parti’ye karşı oluşan bıkkınlık. McCain’in zayıf olduğu muhafazakâr tabandaki itibarını artırmak için yardımcısı olarak Evanjelist rahip Huckabee’yi seçmesi ise özellikle liberal Amerikalıları korkutuyor.
Demokrat Parti’nin öne çıkan isimleri başta çizilen yeni misyona daha uygun kişiler. Bir tarafta bir kadın, diğer tarafta bir siyahi Amerikalı. Her ikisi de aday olmaları durumunda Amerikan tarihinde ciddi seçilme şansı olan ilk kadın ve siyahi başkan adayı olmuş olacaklar. Bu anlamda 2008 seçimleri şimdiden tarihî bir mahiyete bürünmüş durumda, zira Amerikan seçmenlerinin genelinin bir genel seçimde bu duruma nasıl tepki verecekleri bilinmiyor. Bu iki alışılmadık ismin Amerikan dış politikasında nasıl bir değişime neden olacağı Amerika içinde ve dışında sorgulanıyor. Her ikisinin de başkanlığı Amerika’nın dışa açılan yüzünü farklılaştıracak.
Demokrat Parti’nin delege sayısı açısından şu an itibariyle öne geçmiş bulunan adayı Barack Obama, Irak Savaşı’na başından beri muhalif olduğunu iddia ediyor. Obama’nın dış politika çizgisinin ana hatları Irak’tan geri çekilmek, müttefiklerle ve BM ile birlikte hareket etmek, Amerika’nın askerî gücünü değil yumuşak gücünü ön plana çıkarmak gibi liberal bir gündeme oturuyor. Diğer tarafta Obama, Bush yönetimini Darfur gibi insani kriz bölgelerine değil, Irak gibi petrol başta olmak üzere özel çıkarların söz konusu olduğu bölgelere müdahale etmekle suçluyor.
Obama’nın rakibi Hillary Clinton ise geçmişte Senato üyeliği sırasında Irak Savaşı’na destek vermesinden dolayı bu konuda Obama kadar keskin görüşler ileri sürmüyor. Clinton iki dönemdir New York senatörü ve bu eyalette yaşayan yoğun Yahudi nüfusu nedeniyle İsrail lobisine yakınlaşmış durumda. Bu çevreler ise Obama’yı kendileri açısından en az tercih edilebilir aday olarak görüyorlar. Clinton’ın yarışta giderek geriye düşmesiyle ortaya çıkardığı hırçın görüntü de aslında kaçınılmaz akıbeti hızlandırıyor. Çok büyük bir ihtimalle ve parti içinde süperdelege olarak tabir edilen isimler büyük oranda Clinton’a arka çıkmazlarsa Demokratlar’ın adayı Obama olacak.
Obama’nın dış politikasındaki idealist unsurlara rağmen, bu konudaki en yakın danışmanlığını ünlü bir realist isim, Amerika’daki dış politika entellektüel çevrelerinde halen ağırlığını koruyan Brzezinski’nin dâhil olduğu realist çevre, Irak Savaşı ve İsrail konusunda çok daha eleştirel bir bakış açısına sahip. Ona göre Amerika bağımsız bir ülke olarak kendi çıkarlarını bir başka ülkenin çıkarlarına endeksleyemez. İsrail Amerika’nın müttefiki olabilir, ancak iki ülke çıkarlarının ters düştüğü konular da mevcuttur. Amerikan dış politikasında yeni bir Ortadoğu yaklaşımını savunan realist çevrelerin dış politika alanında tecrübesiz bir isim olan Obama’nın etrafında kümelendikleri ve bu nedenle muhtemel bir Obama başkanlığında etkili olacakları düşünülebilir.
Kamuoyu araştırmaları Obama’nın Demokrat Parti içindeki yarışı kazanması durumunda McCain’e karşı daha güçlü bir aday olduğunu ortaya koyuyor. Bu çok şaşırtıcı bir netice olmayacak. Tahminlerin aksine Amerikan derin sistemi de Obama’ya hazır ve onunla dünyaya farklı bir Amerika imajı sunacağını düşünüyor. ABD’nin uluslararası sistemin şartlarına en uygun başkanlar ürettiği göz önüne alındığında, post-hegemonik düzene en uygun isim olan Obama’nın önünün açıldığını düşünebiliriz. Asıl soru Obama’nın Amerikan hegemonyasının enkazını kaldırmayı başarıp başaramayacağı.
Paylaş
Tavsiye Et