19. YÜZYILDA İngiltere ile yapılan Afyon Savaşı’ndan sonra felsefi, 20. yüzyılda ise kadim imparatorluğa el sallayarak tarihî hesaplaşmasını gerçekleştiren Çin, 21. yüzyılda bu hesaplaşmaların iktisadi, siyasi ve toplumsal sonuçlarını anlamaya çalışıyor. Çinlilerin tabiri ile tarihin içinde kendilerine düşen “içe dönük hesaplaşma” ödevinin sadece bir boyutunu oluşturan bu durum, gelecek yıllardaki daha büyük hesaplaşmaların alameti olarak da okunabilir. Söz konusu hesaplaşmanın ortaya çıkaracağı “özgün” (Çin tarzı) bir hayat ile mevcuda cevap üretilebilir.
Her ne kadar “Açılım Politikaları” resmî olarak 1978’de başladıysa da, Çin için asıl gelişme dönemi 2000’li yıllar. 29. Yaz Olimpiyatları’nın düzenlenmesinin Çin’e verildiği 2001’den bugüne kadar geçen süre, bu gelişmenin iktisadi ve sosyal alandaki alametleriyle dolu. Ancak bu gelişmenin beraberinde getirdiği sorunların nasıl çözüleceği, Çinlilerin iktisadi alanda denediği ve birçok uzmana göre de başarılı olduğu yöntemlerin sosyal ve siyasi sorunlar için de geçerli olup olmayacağı halen tartışılıyor. İktisadi alanı doğrudan etkileyen serbest girişimcilik ve mülkiyet konusundaki daha “liberal” yasaların, sosyal adaletsizliğin veya siyasi alandaki rüşvet ve adam kayırmanın önüne geçip geçemeyeceği sorgulanıyor.
Ulusal ve uluslararası anlamda uyumlu gelişme (he xie fa zhan) yaşandığını iddia eden Çin devleti, milli birlik için oluşturmaya çalıştığı “Çin değerleri” ile ülkenin zorlu sorunlarına çözüm üretebilir mi? Çin’de siyaset kavramının halen elitist bir zümreye ait olduğu düşünüldüğünde, yaşanan iç hesaplaşmanın ve sorunların gerçek büyüklüğünü dışarıdan anlamak oldukça zorlaşıyor. Ancak “Açılım Politikaları” sonrası gerek akademide gerekse sosyal alanda gerçekleştirilmeye çalışılan “öteki ile iletişim”, en azından mevcudun analizini yapmaya imkan sağlıyor.
Çin, Sorunlarına Kendi Çözümlerini Arıyor
Çin’in bugünkü gerçeği, 19. yüzyıldan bugüne dek kendine has bir “modernleşme” çizgisi izleyen güçlü ve yerel bir medeniyetin, tarihindeki ilk büyük yüzleşmesi olarak analiz edilebilir. Gerek Sun Yat Sen’in Batılı entelektüel bir donanımla geliştirdiği fikirler gerekse Mao Zedong’un kendine özgü Karl Marx yorumu, Çin’deki Batı’yı anlamaya dönük girişimlerdi. 1978 sonrası Deng Xiao Ping’in yapmış olduğu da aslında seleflerinin yolunu takip etmekti.
Siyaset bilimi teorisinde, Hitler’e felsefi zemin hazırlayan Alman siyaset kuramcısı Carl Schmitt’in 1930’larda geliştirdiği özgün liberal demokrasi eleştirisi, Batı’da uzun süre tartışıldı. 20. yüzyılın başlarındaki bunalımlı Weimar yıllarına tanık olan Schmitt, devleti özellikle “karar alma süreci”ndeki iradesinden dolayı tek meşru otorite kaynağı olarak görüyordu. Hukukun üstünlüğü ise Schmitt için ancak olağanüstü durumlar haricinde söz konusuydu. Bir başka Alman düşünür olan Max Weber de devleti Schmitt gibi, “güç kullanma tekeline sahip tek meşru otorite” olarak tanımlasa da, onu sosyolojik açıdan bürokratik kalıpların içinde liberal demokrasiden çok da uzaklara götürmüyordu. Bugün Çin akademisinde Schmitt ve Weber gibi Batılı düşünürlerin sosyal ve siyasal sorunların çözümü için yeniden okunuyor olması, Çin’in kendi cevabını arama çabasının devamı olarak görülebilir. Bu anlamda Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS)’nin süreli yayınlarından birinde yayımlanan bir makalede, Weber’in “Protestan ahlakı ile kapitalizm” arasında kurduğu ilişkiye benzer şekilde “Konfüçyüs değerleri ile Çin’in gelişiminin karşılaştırılması” da ülkenin düşünsel ve siyasal hayatındaki halef-selef çizgisinde anlamlı bir yere oturuyor.
Çin’in nüfusu, sosyal ve siyasal sisteminin farklılığı ve 56 farklı etnik unsurun tek bir “millet” olarak bir arada tutulabilmesinin zorluğu gibi sebepler, Çin’de her lideri aynı amaç noktasında birleştirdi. Çinli birçok akademisyenin de kabul ettiği gibi, Mao’nun ana akım haline getirmeye ve topluma benimsetmeye çalıştığı komünist değerlerin toplumsal temellerinin olmadığı artık anlaşıldı. “Açılım Politikaları”nın ardından, Konfüçyen gelenek başta olmak üzere, Budist ve Taoist geçmişini yeniden gündeme getiren Çin, kendi insan unsurunu da “özgün” bir okuma ile modern yüzleşmeye hazırlamaya uğraşıyor.
İktisadi alanda kendine özgü bir bireyin inşası sorununu -Konfüçyen ahlak- ile aşmaya çalışan Çin, siyasal alanda ise eski sistemini neredeyse tümüyle sürdürüyor. Bu noktada Schmitt, Çin’in siyasal yapısı için açıklayıcı argümanlar sunuyor. Devlet, komünist devrimin getirdiği hiyerarşik düzenin “karar alma” sürecini aynen devam ettir(ebil)mekle olumlu ve olumsuz eleştiriler alıyor. Mesela 2008’de Si Chuan eyaletinde meydana gelen ve Çin tarihinin en büyük felaketlerinden biri olarak tarihe geçen depremdeki karar alma sürecinde yapının olumlu yönleri görülmüş, deprem saatinden itibaren tek bir elden ve sorunsuz çalışan sistem, herkesin beğenisini toplamıştı. Ancak olağanüstü bir vaka olarak doğal afetlerde bu karar alma sürecini en iyi şekilde uygulayan devlet, kendi hiyerarşik yapısı içindeki organlara ise aynı netlikte çözüm üretemiyor. Depremde özellikle devlet binalarının aşırı zarar görmesi Çin’de halen tartışma konusu.
Liberal demokrasinin “temsil” sorununu eleştiren Schmitt, her şeye rağmen parlamentonun gerekliliğini savunur. Bu sene başında yapılan ve Çin siyasal sisteminde çok önemli ve “demokratik” olarak adlandırılan meclis toplantılarının (liang hui) da gösterdiği gibi Çin tarzı demokrasi ancak kendi iç dinamikleriyle anlaşılabilir. 1,3 milyarlık bir nüfusun yaklaşık 3.000 vekil ile temsil edildiği bir parlamentoda, karar alma süreci de ister istemez kendine özgü şekilde gerçekleşiyor. Aynı zamanda binlerce vekil ve delegenin görüş bildirdiği beş yılda bir yapılan bu toplantılardaki görüşlerin Bakanlar Kurulu tarafından sadece tavsiye olarak değerlendirilmesi, karar alma sürecindeki devlet gücünü göstermesi bakımından da manidar. Fakat deprem örneğinde olduğu gibi, parlamentoda alınan kararların kendi iç hiyerarşik yapılanması içinde “hesap verilebilirlik” sorunu yaşaması da bir başka sorun olarak karşımıza çıkıyor.
İktisadi alanda Adam Smith’i, toplumsal alanda ise Weber ile Konfüçyüs değerlerini anlamaya çalışan Çin’in siyasal yapısındaki belirsizlik, yumuşak karnını oluşturuyor. Her ne kadar bu yumuşak bölgeye yapılan müdahalelere karşı direnci kırılmasa da, bu direnci sağlamlaştıracak bir sistem arayışı hâlâ devam ediyor. Çinlilerin, ilk bakışta basit bir “kapitalistleşme” hikâyesi olarak algılanabilecek bu gelişme dönemindeki arayışları, son küresel ekonomik krizle birlikte ivme kazandı. Bu arayışın, Batı taklitçiliğinin ötesine geçip Çin merkezli Asya değerleri oluşturma yönünde gelişmesi için harcanan çaba, öncelikle Çin’in kendi içindeki sosyal ve siyasi sorunların çözümüne, daha sonra da gerek komşu ülkelere gerekse Kazakistan’dan Avustralya’ya kadar yayılan etki alanına makul stratejiler üretebilmesine bağlı.
Paylaş
Tavsiye Et