Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Avrupa kamusal alanında başörtüsü
Nazife Şişman
BİR tarafta bir milletvekili başörtüsüyle göreve başlıyor, diğer tarafta Avrupa’nın 19. yüzyıldaki medenileştirici misyonunu hatırlatan bir “peçeye savaş” ilan ediliyor. Belçika ve Fransa’dan bahsediyorum, İslam’ın kamusal varlığının kadınların örtüsü üzerinden tartışıldığı iki Avrupa ülkesinden. Belçika’da Türk asıllı Mahinur Özdemir’in başörtüsüyle Brüksel Parlamentosu’nda yemin etmesi (23 Haziran 2009), yine aynı günlerde Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’nin burka ve nikab’ın kadınları köleleştirdiği için yasaklanması gerektiği yolunda bir açıklama yapması; İslam’ın Avrupa kamusal alanındaki varlığının, kadınların örtünmesi üzerinden tartışıldığını gösteren örnekler. Öne çıkarılan değerler, demokratiklik, laiklik ve kadın özgürlüğü. Ama arka planda ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve göçmen problemi yer alıyor.
Mesela Fransa’da pek çok kritik konu başörtüsü meselesi üzerinden gündeme geliyor. Laiklik, cumhuriyetçi eşitlikçilik ve demokratik vatandaşlık geleneğinin nasıl muhafaza edileceği de, Müslüman ülkelerden göç edenlerin Fransız topraklarında doğmuş üçüncü kuşak çocuklarının varlığı ile ortaya çıkan çok-kültürlülük baskısına nasıl mukavemet edileceği de, başörtüsü üzerinden tartışılıyor.
Kimlikler üzerinden okunduğunda bir kadının başörtülü olması, Fransa vatandaşı olarak kabul edilmesini zorlaştıran bir durum olarak görülüyor. Başörtüsüyle kültürel bir kimlik sergilediğinin ve hem kökenine aidiyetini hem de dinî kimliğini görünür kıldığının altı çiziliyor. Bu yüzden J. R. Bowen’ın vurguladığı üzere “Vatandaş mı, Müslüman mı?” karşıtlığına hapsolmuş bir soru üzerinden yürüyor tartışma. Yani milli kimliklerin küreselleşme ve çok-kültürlülük çağında karşılaştığı hemen bütün çelişkiler, bu özel olayda görünür oluyor.
Mekansal olarak Avrupa’nın içinde olsanız da, Avrupa idealleri açısından bakıldığında kimlik ve kültür olarak başka bir yere ait olduğunuzu görünür kılıyor başörtüsü. Yani “bura” ve “ora” tanımları, coğrafi zeminini yitiriyor. Bu zemin yitimi, başörtüsüne bir “yurt” özelliği yüklüyor adeta. Diaspora, göçmenlerin entegrasyonu, çok-kültürlülük gibi tartışmaların daha ziyade başörtüsü üzerinde yoğunlaşması da bunun bir göstergesi. Avrupa ülkelerinde başını örten kadınlar vatandaşı oldukları, doğup büyüdükleri ülkeye değil, babalarının ya da dedelerinin doğduğu ülkeye ait görülüyorlar. Bu sebeple kimlik, farklılık ve vatandaşlık tartışmalarının merkezinde yer alıyorlar.
Batı toplumlarında yaşayan Müslümanların sayısı arttıkça, onların yaşamlarını marjinalleştiren ve bulundukları toplumun kurallarına sadece uymalarını bekleyen “Biz işleri burada böyle yürütüyoruz” şeklindeki yaklaşım, artık tartışmaya açıldı ve haksız bir tepki olarak telakki edilmeye başlandı. Charles Taylor bunun “temel siyasal ilkelerden ödün vermeksizin” nasıl başarılabileceğini, Avrupa’nın önündeki asıl mesele olarak ortaya koyuyor bir makalesinde. Avrupa kamusal alanında başörtüsü gündeme geldiğinde, Batılı evrensel ilkelerin, insan hakları, özgürlük, vatandaşlık, kadın hakları, laiklik vb. pek çok konunun neden hemen merkezilik kazandığını da açıklıyor bu tespit.
Joan W. Scott ise Fransa’daki başörtüsü karşıtlığını ırkçılık, laiklik, bireycilik ve farklı cinsellik anlayışına dayandırırken “biz işleri burada böyle yürütüyoruz” yaklaşımının daha baskın olduğuna dikkat çekiyor. Ayrıca kültür ve kimlik problemi olarak gündeme gelen bu sorunların siyasi arka planı da göz ardı edilmemeli. Avrupa’nın Müslümanlarla meselesi, “aman ne güzel birlikte yaşayalım” şeklinde romantik bir düzlemde değil, kıyasıya bir politik hesaplaşma ve Bosna Savaşı’nda, Irak’ın işgalinde açığa çıktığı üzere dünyanın paylaşılmasına dönük askerî stratejiler düzleminde de cereyan ediyor.
Avrupa’nın içinde böyle tartışmalar varken Türkiye’deki mütedeyyin insanlar, ülke içindeki din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili problemlerinin çözümü için, ağırlıklı olarak da başörtüsü yasağının aşılması için AB projesine umut bağladılar. AB perspektifinin demokratikleşme adına atılması gereken adımların hızlanmasını sağladığını tabii ki inkar edemeyiz. Fakat AK Parti’nin tabanının bir kısmını da oluşturan İslamcıların, mütedeyyin insanların AB sürecine bu kadar olumlu bakmasının ardında yatan “AB’nin dinî özgürlüklerin garantisi olduğu” kanaatinin sorgulanması gerekiyor.
On yıl önce TBMM’den protestolarla kovulan ve milletvekilliği düşürülen Merve Kavakçı örneğinden sonra Belçika’da bir parlamenterin başörtüsü ile göreve başlaması, tabiidir ki bu kanaati pekiştiren bir örnek olarak hafızalara kazındı. Halbuki Mahinur Özdemir’in adaylığı esnasında ve yemin töreni öncesinde laiklik ve dinî sembollerin kullanılmasına sınırlama getirme şeklinde kendisini açığa vuran, ama yabancı düşmanlığı ve göçmen kimliğine karşı ayrımcılıktan da beslenen karşı çıkışlar meydana geldi. Fransızca konuşan topluluk daha hoşgörülü olmasına rağmen 2004’te Fransa’da Stasi Raporu sonrasında uygulanmaya başlanan orta dereceli okullardaki başörtüsü yasağı ve bu çerçevede yapılan tartışmalar doğrudan etkisini göstermişti. Belçika Anayasası’nda laiklik yer almamasına rağmen dinî sembol olarak tanımlanan başörtüsünün okullarda, kamu ve özel sektördeki konumu tartışılmış, yasak kararı okullara ve işverenlerin inisiyatifine bırakılmıştı.
Bugünse bir parlamenterin, siyasi görüşleri, farklılıkları temsil etmemesi düşünülemeyeceği için Mahinur Özdemir’in “farklılığı” hoşgörüldü. Ama bütün ulusu temsil noktası olarak kabul edilen bakanlık konumu söz konusu olduğunda, başörtüsünün belli bir kimliği temsil anlamına geleceği için sorun teşkil edeceği de belirtildi. Halbuki Mahinur Özdemir kendisinin başörtülüleri, Türkleri, Müslümanları vs. temsil ettiği şeklinde bir görüş beyan etmemişti. Bilakis başörtüsüyle değil, projeleriyle gündemde olmak istediğinin altını çizmişti.
Önümüzdeki günlerde, başörtüsüyle görev yapan bu ilk milletvekili üzerinden kimlik, kültür, temsil gibi noktalarda Avrupa’da nasıl açılımlar sağlanacağını; aynı zamanda yükselen yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin bu açılımların önünü kapatıp kapatmayacağını göreceğiz. Benim vurgulamak istediğim husus şu: Başörtüsü Avrupa için dışarıdan gelen, ama içeride kalıcı olmaya başlayan İslam’ın bir göstergesi. Bu nedenle Avrupa’nın, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde de gündeme gelen ve evrensel değerler adı altında dışlayıcı ve içe kapanan bir medeniyet algısında ısrar mı edeceğini; yoksa demokrasisinin sınırlarını genişleterek öteki ile iletişim kurma becerisini geliştireceği bir tecrübeye mi alan açacağını, kamusal alanda başörtüsü tartışmaları üzerinden takip etmeye devam edeceğiz.
Türkiye’ye düşense Avrupa’nın İslam’la imtihanından kopya çekme hevesinden vazgeçmesi. Tam aksine göçmenlik ve yabancı düşmanlığı gibi bir arka plana sahip olmayan bir zeminde modernlik, demokrasi, kadın hakları gibi ideallerin Avrupa merkezli tanımlamalarıyla hesaplaşan ve İslam’ın “anayurdu” olan bir tarihsel mirasın avantajından yararlanan yeni bir terkibin peşinde olması.

Paylaş Tavsiye Et