YAZIYA günümüz siyasetinin kulağına küpe olması gereken bir hatırlatmayla başlamak istiyorum. Son Menderes kabinelerinde Milli Savunma Bakanlığı yapan iki önemli isimden söz edeceğim: Şemi Ergin ve Ethem Menderes. Halef-selef iki bakan, ortalığı ihtilal dedikodularının kapladığı, herkesin ordudaki tedirginlikten söz ettiği günlerde konuyu önemsizleştirerek geçiştiren, dolayısıyla Başbakan’ın durumu ciddiye almasını engelleyen isimler oldular. Dahası kendilerine ihtilalin lider kadrosunda yer alan isimlerle ilgili duyumlar iletildiğinde, Başbakan ve Cumhurbaşkanı nezdinde ismi anılan kişilere kefil oldular. İlginç olan şu ki, Demokrat Partili bakanlar içinde sadece Şemi Ergin ve Ethem Menderes, Yassıada yargılamaları sırasında Adnan Menderes aleyhine sahte delil üretip savcılığa verdiler. Ethem Menderes, adada Başbakan aleyhine iftiralarla dolu, onun ordu aleyhine hakaretamiz beyanlarda bulunduğunu kaydettiği, bakanlığı sırasında tuttuğunu iddia ettiği bir günlük kaleme aldı. Şemi Ergin de, savunma avukatlarının Adnan Menderes’in orduya dönük övgü ifadelerine yer verdiği bir grup konuşmasını okumalarının ardından, savcılığın mahkemeden oturuma kısa bir ara verilmesini istediği gün, güya kızına yazdığı söylenen bir mektupla sahneye çıktı. Başbakan’ın, söz konusu grup konuşmasını yaptıktan sonra kürsüden inince yanına gelip kendisine orduyla ilgili olumlu ifadeler kullanmaya mecbur olduğunu, böyle yapmazsa aleyhte tavır alacaklarını düşündüğünü söylediğini kaleme almıştı ve o mektup her nasılsa savcılığın eline geçmişti. Duruşma salonunda sanki komedi sergileniyordu. Mektup celse arasında o kadar aceleyle yazdırılmıştı ki, mahkeme kâtibi okumakta zorlandığı için Ergin kürsüye çağrılıp okutulmuştu. Sonra Menderes’e ne dediğini sormuştu mahkeme. Ergin, tutukluluk şartlarının ağırlığından dolayı hırpalanmış olan Menderes’in olayı hatırlamadığını söyleyeceğini sanıyordu muhtemelen. Ama Menderes, kürsüye gelip söz konusu konuşmayı yaptığı günün belli olduğunu ve o gün Ergin’in Ankara’da değil, İzmir’de Efes Oteli’nde bulunduğunu öğrenmenin zor olmayacağını söyledi…
Bu girizgahı yapmamın sebebi, tarihin bize, ihanetin siyasetle paralel yürüdüğünü söylediği gerçeğini hatırlatmak. Günümüzde siyaset, ordu, üniversite, yargı ve bürokrasi alanında yaşadığımız sıkıntıların tamamının kaynağı, 27 Mayıs 1960 günü gerçekleştirilen askerî darbe ve onun hukuk alanında sergilediği maskaralıktır.
Anayasa meselesi mi dediniz, gidin 27 Mayıs’a. Okuyun “özgürlükçü” diye kimilerinin yere-göğe sığdıramadığı 1961 Anayasası’nı; Cumhuriyet’e ilham veren Hakimiyet-i Milliye ilkesinin nasıl gasp edildiğini, bugün “vesayet” dediğimiz düzenin nasıl inşa edildiğini göreceksiniz. Ordu meselesi mi dediniz, bakın 27 Mayıs öncesi ve sonrası neler yaşandığına. Darbenin, dönemin siyasi iktidarı yanında orduya, ordunun geleneksel disiplin ve hiyerarşi anlayışına karşı yapıldığını, 1960’ta bir yıllık eğitimle harp okullarından mezun edilen genç subayların zihnine “Memleket siyasetçilere emanet edilemez” düşüncesinin o gün yerleştirildiğini görün. Darbeciliğin ulusal teori olarak sunuluşunu, Milli Demokratik Devrim denilerek ordu-üniversite-gençlik üçgeni üzerinde nasıl oynandığını…
27 Mayıs sabahı siyasetçilerin çöp kamyonlarına doldurularak evlerinden toplandığını, tekme-tokat Harp Okulu disiplin koğuşuna tıkıldığını, hakaretlere isyan eden İçişleri Bakanı Namık Gedik’in tutulduğu odada ölüme itildiğini, kalanların tükürük yağmuru ve tekme koridorundan geçirilerek İstanbul’a Yassıada’ya gönderildiğini okuyun. İhaneti, gururu, hıncı, ihtirası, isyanı, teslimiyeti…
Yassıada! Siyasete bakan yüzüyle zulüm, inzibata bakan yüzüyle sefillik adası… Emrine Atatürk’ün Savarona Yatı verilen ada kumandanı Tarık Güryay’ın işkenceden vakit bulduğu saatlerde boğaz gezilerinde ve yalı ziyaretlerinde yaşanan rezaletler, Güryay’ın sicili vs. daha yazılmadı; Menderes’in “Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne götürüyoruz” denilerek idama götürülüşünün, idamdan önce hukuka da doktorluk ahlakına da sığmayacak şekilde “genel muayene” adı altında aşağılanıp prof. unvanlı üç uzman hekimin “Tıbbi açıdan idamına engel yoktur” raporuyla İmralı’ya gönderilişinin ve teamüllere aykırı şekilde gün ortasında idam edilişinin öyküsü de…
O mahkemenin başkan ve üyelerini Anayasa Mahkemesi üyesi yaptığımızı unuttuğumuz için şimdi “Anayasa Mahkemesi’nin siyasete öfkesi neden?” diye dolanıyoruz. Darbecileri “tabii senatör” yapıp parlamentoya yerleştiren Anayasa’yı “en özgürlükçü” saydığımıza bakmadan “Neden her on senede bir askerî müdahale?” diye kafa yorageldiğimiz için, yıllar yılı genelkurmay başkanlarını hülleyle cumhurbaşkanı seçmeyi gelenek haline getirdiğimiz için, bugün Stalin’in tavuğu misali cendereden çıkamıyoruz.
Hafızamıza kazındı. Ne oldu, neden oldu; bilen, merak eden yok. Ne bir müze ne belgelik ne roman ne film... O yüzden “1915’te ne oldu, tarihimizle yüzleşelim” diyen aydınımızın, sanatçımızın, siyasetçimizin aklına 1960’ın tüm belgelerinin elde, tanıklarının hâlâ hayatta olduğu gelmiyor. Adnan Menderes deyince Ayhan Aydan romantizmine takılışımız bundan. Yani etliye sütlüye dokunmayan, fincancı katırlarını ürkütmeyen pencereden bakıyoruz 27 Mayıs’a. Yakın zamana, mesela 28 Şubat’a kadar ordunun komuta kademesini teşkil eden subayların, 1960’ta Harp Okulu talebeleri olarak Yassıada’da görev yapmış olmasının yaşadıklarımız üzerinde hiç mi etkisi olmadı diye bakmak gelmiyor aklımıza.
Bugün haklı olarak “Türkiye’nin en önemli meselesi demokrasinin inşası” diyoruz. Sözün derununda “Demokrasi yok, inşa etmemiz gerek” manası yatıyor. “Vardı ama yıktık” sayfasını zihnimizden sildik. Zira 27 Mayıs 1960 darbesini hâlâ “Ak Devrim” diye ananlar var.
12 yaşındaydım ihtilal sırasında. Babam harita mühendisi ve subaydı. Ama Menderes’i severdi. İhtilal sabahı askerî bir jip almaya geldiğinde, son defa üniformalı gördük onu. Akşam eve dönerken mahallelinin kendisini omuza almaya kalkmasına kızmıştı. Hastaydı, raporlarını ibraz etti ve üç sene sonra ölene kadar ne üniforma giydi ne de işe gitti.
Alparslan Türkeş’in radyoda “Dikkat dikkat!” hitabıyla başlayan sesini o gün bugün unutmadım. Ve gözümün önünden gitmeyen bir tabloyu: Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. O yüzden sabah saatlerinde bomboştu ortalık. Kulağımız radyoda, pencere önüne dizilmiş halde saatlerce oturduk. Ama ikindi vakti insan kaynamaya başladı dışarıda. Elde bayraklar, çoluk çocuk sokağa dökülmüştü herkes. Yalvara yakara annemden izin alıp dışarı çıktım, sele katıldım. Onca insanın dışarıda ne yaptığını merak ediyordum. Az sonra merakım zail oldu. Ankara’nın Kurtuluş semtinde oturduğumuz sokak ve çevresinde Demokrat Parti taraftarı olarak bilinen kişilerin evleriydi hedef. Taş yağmuruna tutuldular. Hepsi sinmiş, başlarını pencereden uzatmaya çekinir hale gelmişti. Birkaçı korkudan kendilerinin de “sabık”lara muhalif olduğunu söylemeye kalktıysa da kulak asan olmadı. Ahbabımız bir ailenin hanımının kalabalık arasında her nasılsa beni görüp gizlice binanın arka tarafına gelmem için yalvaran gözlerle baktığını, küçük bir pencereden kendilerine ekmek almam için rica ettiğini, alıp götürdüğümde de bütün ev halkını avuç içi kadar kiler odasına saklanmış bulduğumu hatırlıyorum.
Çocukluğumda Ankara’nın en gözde mesire yerleri Karagöl ve Kızılcahamam’dı. Birkaç aile birleşilir, kamyon kiralanır, kasasına doluşulup öyle gidilirdi pikniğe. Menderes’i 1958 yazında böylesi eğlenceli bir günün sonunda Kızılcahamam’dan dönerken gördüm. Yeni yapılmakta olan Ankara-İstanbul yolunun inşaatını denetlediğini söylediler. Makam arabası az ilerde bekliyor, o da birileriyle bir yandan konuşup bir yandan yürüyordu. Gri bir elbise, lacivert bir kravat, koyu pilot gözlükler... Beynime nakşettim bu kareyi. Kamyon kasasında tepine tepine nümayiş yaptık! Güldü, el salladı sadece; ama benim “Menderesçi” olmama yetti bu. Yaşım tutmadığı için Demokratların kümelendiği “Vatan Cephesi”ne kaydolamadığıma hayıflandım durdum.
İhtilal sonrası radyodaki “Yassıada Saati”nin en sadık dinleyicisi bendim evde. Mahkemeyi önemsemeyen babama yayından sonra özet yapardım: “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar…” cümlesiyle başlar devam ederdi.
O zamanlar gazetelerin gözdesi Yassıada Mahkemesi’nin başkanı Salim Başol’du. Yargıtay 1. Ceza Dairesi Başkanı’ydı. Ve 1950’lerde hâkim atamalarını adalet bakanları yaptıkları için o mevkiye Demokrat Partili bakan Osman Şevki Çiçekdağ tarafından seçilmişti. Başol’un ailesi röportajların baş mevzuuydu. Daha komiği alnındaki et beni! Kimi kadınlar alınlarına kalemle kalın bir nokta yerleştiriyorlardı.
Yıllar sonra Ankara’nın Ulus semtindeki sebze halinde yaşanan bir hadise geldi aklıma. Başol mahkeme ve malum infazlardan yıllar sonra bir gün evine erzak almak için gelmiş oraya. Dükkanlardan birinin önünde durup domates almak istemiş. Önce ona dikkat etmeyen manav kesekağıdına doldurmuş domatesleri ve tam tartıya götüreceği sırada yüzüne bakmış müşterinin. Unutulacak bir sima değildi Başol’unki. Manav tanıyınca Başol’u “Domates yok” deyip kesekağıdını boşaltıvermiş sandığa. Ses çıkarmadan uzaklaşmış oradan birkaç yıl öncesinin astığı astık kestiği kestik hâkimi... Başol, Anayasa Mahkemesi üyesi yapıldı, emekli olunca evine çekildi ve bir daha hiç ortalıkta görünmedi.
Gazeteciliğe başladığım yıllarda Ada Komutanı Tarık Güryay’ın peşine düştümse de ulaşmayı başaramadım. Yargılanan siyasi heyete her türlü hakareti yapması, zevke dönüştürdüğü intikam duygusuyla hareket edişi ve müptezellik seviyesine varacak derecede yakışıksız halleriyle hatırlanıyordu. Ama gerek Menderes’in gerekse Celal Bayar’ın el konmuş not defterleri dâhil pek çok özel evrakının onda olduğu söylenirdi. Ne ahbabı ne de yakın akrabası vardı. Evinde sakladığı sandık ne oldu meçhul.
Adada gardiyanlık yapan erden dinledik: Dışarıyla haberleşmesi yasaklanan Menderes’e Sümerbank’tan resmî mektup getirmişler bir gün. Şaşırmış, açmış okumuş. Sonra başını kaldırıp gülmüş askere: “Yeni ürünümüz çıktı diye ara ara kumaş gönderirlerdi. Şimdi onların parasını istiyorlar.”
Yassıada Mahkemeleri’nde 14 DP’li idama mahkum edildi: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agah Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sancar, Nusret Kirişcioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu ve Zeki Erataman. Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın cezaları Milli Birlik Komitesi’nce tasdik ve infaz edildi. Diğer ölüm cezaları müebbet hapis cezasına çevrildi. 47 DP milletvekili beraat etti. 143 DP’li 4 yıl 2 ay, 117 kişi 5 yıl, 15 kişi 6 yıl, 6 kişi 7 yıl, 2 kişi 8 yıl, 17 kişi 10 yıl, 3 kişi 15 yıl, l kişi 20 yıl ceza aldı. 30 kişi de müebbet hapse mahkum edildi. Karardan önce Yassıada’da ölen Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi Yiğitbaşı, Yümni Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hakkındaki davalar düştü. Konya eski Valisi Cemil Keleşoğlu da Yassıada’da intihar ederek yaşama veda etti.
Kararların MBK’de oylanması ise tam bir garabetti: Komitede dosyaların masaya atılması, dışarıda kimi darbeci subayların baskısı altında oylama yapılması vs. Tasdikten sonra infaz emri helikopterle İstanbul’a getirilip hemen ada komutanlığına tebliğ edildi. Yassıada Mahkemesi’nde kararlar okunduğunda idam mahkumları iki hücumbotla İmralı’ya gönderilmişti zaten. Orada, tasdik olunan üç karar, teferruatını yazmayı gereksiz gördüğüm bir dizi trajik sahnenin ardından peş peşe infaz edildi.
Yassıada’da kötü imtihan veren sadece CHP ve yargıçlar değildi. Basın da sınıfta kaldı. Kıyma makineleri masallarından tutun, Menderes’in Merkez Bankası’ndaki altınları uçağa yükletip Yunanistan’a kaçtığına, Celal Bayar’ın Çankaya Köşkü’nde oturak alemleri tertiplediğine varana kadar… Onca pespaye yayın bir yana, aklıma gelenlerden biri, DP’nin Fatih İlçe Başkanı Faruk Sargut’un Dünya gazetesinin hakkında haksız mal edindiği yolundaki yayınına cevap verememenin sinir bozukluğuyla intihara teşebbüs edişi…
Yazının başlangıcına dönebilirim artık. 27 Mayıs’tan sonra Türk siyaseti toparlanamadı. 1965 seçimlerinden sonra tek başına iktidara gelen Adalet Partisi ve Süleyman Demirel’in darbe baskısını sürekli üzerinde hissederek ülkeyi yönetmeye çalıştığını söylemeye gerek yok. Ve bu yüzden Demirel’in senelerce DP’yi kastederek “Biz kimsenin devamı değil yepyeni bir partiyiz” demek zorunda kaldığını da… Neden sonra Demirel önce “Biz DP’nin devamıyız”, ardından “DP’nin devamı değil ta kendisiyiz” diyebildi.
Yazının girişinde bir hatırlatma yaptım; sonunda da bir notla bitirmek istiyorum. 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında adlarını sıkça duyduğumuz komutanların, 27 Mayıs darbesi sonrası gerek Harp Okulu talebeleri gerekse farklı rütbelerde subaylar olarak Yassıada’da görev yapmış kişiler olduklarını unutmamak lazım. Söz konusu isimler Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerini yaşadılar; kimi 12 Mart ve 12 Eylül’de darbe karargahındaydılar. Genelkurmay eski başkanları emekli orgeneraller İsmail Hakkı Karadayı ve Necip Torumtay, Kara Kuvvetleri eski komutanları Kemal Yamak ve Namık Kemal Ersun, Deniz Kuvvetleri eski komutanları İlhami Erdil ve İrfan Tınaz Yassıada’da görevliydiler. Dolmabahçe’de Yassıada İrtibat Bürosu Komutanı, Albay Namık Kemal Ersun’du. Necip Torumtay binbaşı, İsmail Hakkı Karadayı yüzbaşı rütbesindeydi Yassıada görevleri sırasında. Kemal Yamak binbaşı, İrfan Tınaz yüzbaşı, İlhami Erdil ise teğmen rütbesindeydi.
Paylaş
Tavsiye Et