ADINI şimdi hatırlayamadığım, eskiden “arkadaş”ım olan birisi vardı. Bir gün oturup çay içerken, konuştuğumuz bir meseleden dolayı o kadar sinirlenmişti ki, bir hayli sert olan kafasıyla yüzümün ortasına doğru kuvvetli bir darbe indirmişti. Ben ne olduğunu anlayamamanın verdiği afallamayla birlikte şaşkın şaşkın bir ona, bir etraftakilere, bir de o sessizleşen manzaraya bakakalmıştım. Filmlerde dış sesin sahneden çekilerek kahramanın nefes alışlarının her tarafı kapladığı anlara benzeyen bir andı yaşadığımız. Hayatımda ilk defa “dayak” yememiştim; ama böylesi, hayli onur kırıcıydı ve benim içime dert olan da buydu. Ahmet Türk’e atılan yumruğu ilk duyduğumda, başımdan geçen bu hikayeyi hatırladım.
Hayli onur kırıcı olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe ettiğim böylesi bir olay sonrasında, herkesin ağız birliği etmişçesine bu olayı kınamasını, yapılan eylemin yanlışlığını vurgulamasını vs. aslında çok da önemsememeliyiz. Zira son zamanlarda belirli ölçüde düzeliyor gözükse de, memleketteki siyaset etme biçimi bu “kabalık”tan fazlaca nasiplendi ve bu durumu “tasvip etmeme” yönündeki mesajlar bizleri yanıltmamalı. Eski bir milletvekili olan Ahmet Türk’ün “akran”larının Meclis’te anayasa paketi görüşmelerinde yumruk yumruğa kavga ettiklerini bir tarafa bırakacak olursak, buradaki temel mesele, siyaseti ürettiğimiz söylem biçimi ile bu türden yumrukları zaten her gün “atmadan attığımız” için ortaya çıkıyor. Bu ölçüde sekter bir siyaset anlayışı, memleketin ortalama siyaset üretebilme kapasitesini de yansıtıyor ve bu anlamda, Ahmet Türk’ün temsil ettiği “Kürtler” için de aynen geçerli.
Bu türden olayların gerçekleştiği anlarda, memleketin siyasetsizliğinde başrolü oynayan figürlerin birdenbire “şiddet” karşıtı söylemlere bürünmelerine mutlaka dikkat kesilmeliyiz. Sanki bu (ve benzeri) olay(lar) olmadan önceki siyaset etme tarz(lar)ı, kabalıktan ve faşizanlıktan nasiplenmemiş, sanki el(lerin)de olsa ağızlardan tek bir kötü söz çıkmasına bile izin verilmeyecekmiş gibi bir hava oluşturuluyor. Oysa bu tür olaylar, siyasi figürlerin günlük şiddeti üreten söylemlerini örten, onların diyeti yerine geçen bir muhtevaya sahip. Ve bu durum, her defasında (sözde) demokrasiden, insan haklarından, kardeşlikten vs. bahseden bütün siyasi figürlerin en büyük açmazı. Bu anlamda, “gerçek” bir şiddet eylemi ile “sembolik” şiddet arasındaki fark, bir nitelik değil nicelik farkıdır. Başka bir ifadeyle, “gerçek” bir yumruğun meşruluğunu sağlayan yegane zemin, bunun öncesinde yürütülen faaliyetin kendisidir ve dönüp bakmamız gereken ilk yer de orası olmalıdır.
Öte yandan bu tür olayların ardından her zaman karşılaştığımız şekilde, olayı provokasyon olarak niteleyen söylemler, bir kez daha devreye sokuldu. Ve bizden bir kez daha, bu yumruktan olumlu anlamda kimin menfaati olduğuna özenle dikkat etmemiz istendi. Gerçekten de böylesi olaylarda (ki bu memleket bunu çokça yaşamış ve artık belli bir siyasal olgunluğa ulaşmıştır), saldırıya uğrayan isim üzerinden yürütülecek “basit” bir fikir yürütme, bize bu tür eylemlerin kimlerin menfaatine olduğunu gösterir. Türk’ün yumruklanmasını ele aldığımızda, menfaat sağlayıcıların başında elbette öteden beri iş başında olduğunu bildiğimiz odakların, son dönemdeki adıyla Ergenekoncu çetenin geldiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan bu işten “menfaat” sağlayacakların sadece bu “çete”yle sınırlı kaldığını düşünmek de hata olur. Memleketteki siyaset üretme biçimi, öteden beri “kendi adamı”na atılan dayak ve bundan sağlanacak siyasi dirençten medet umarak işletilegeldi. Bu olayda da, Türk’e atılan yumruğa fazlasıyla sevinen “Kürt siyasetçiler”in olduğunu görmemek safdillik olur. PKK ile devlet arasındaki ilişkinin mahiyetini hatırlamak bu konuda bize yeterli ufku sağlar. Türk’ün yumruklanması bize Ergenekoncu çetenin yayılım alanının, dolaşıma soktuğu ruh halinin genişliğini göstermesi bakımından oldukça önemli bir eylem ve mesele de bu çete ruhuyla aynı safta, aynı resim karesinde bulunmayla ilgili.
Benzer şekilde, meşum tokadın Ahmet Türk’e atılması da, olaydaki provokatif düşünme biçimine paralel bir yerde duruyor. Kapatılan DTP’nin genel başkanı olan Ahmet Türk, bu “geleneğin” şahinlerinden olmayan, ılımlı bir siyasetçi olarak zihinlerde yer etti ve eylemin onu hedef alması hayli manidar. Buradaki manidarlık sadece Kürt siyasetçilerin en ılımlılarından biri üzerinden yürütülmeye çalışılan kötü bir oyunu anlatmaktan öte, partinin kapatılması nedeniyle verilen cezaları da akla getiriyor. Kapatılma kararında, DTP’nin şiddetin odağı olmasından bahsediliyordu ve söz konusu parti içindeki en ılımlı tavrı sergileyen kişi, bu gerekçeyle siyasetten men ediliyordu. Başka bir ifadeyle, Türk’e atılan yumruktan daha fazlası, onu siyasetin dışına iten kararla yapılmıştı ve Türk, bu konuyla ilgili bir duruşma gününde suratına bir yumruk yemekteydi. Bu bağlamda DTP’nin kapatılma kararında da yumruk hadisesinde de, kimin gerçekten siyasetsizleştirilmeye çalışıldığına iyi bakılmalıdır. İlk durumda siyasi sürecin dışında bırakılan Türk, ikinci durumda ise mağdurlaştırılmakta ve üzerinden siyasi rant sağlanmaya çalışılmaktadır.
Nihayet bütün bunlarla birlikte Türk’e kalkan elin, öteden beri zaten hep üzerimizde dolanan ve belirli aralıklarla bazılarımızın kafasına inen “el” olduğu da ortada. Modern romanın önemli figürlerinden Arjantinli edebiyatçı Julio Cortazar’ın bir boksör olduğunu öğrendiğimde oldukça şaşırmış ve naif bir şekilde ünlü yazarın bir terbiye eylemi olarak edebiyata yöneldiğine hükmetmiştim. Bir boksörün yumrukları yerine, ancak doğru zaman ve mekanda uygun bir formda devreye sokulduğunda kıymeti harbiyesi bulunan kelimelerle kendini ifade etmeyi tercih ettiğini düşünmüştüm. Belki de kurduğum bu (naif ama güzel) hayale benzer şekilde, üzerimize inmek için artık daha fazla iştah duyan bu eli terbiye etmenin yolunu bulup bütün bir topluma yaymaktan başka çaremiz kalmadı. Çünkü Ahmet Türk’e atılan yumruk, aslında her birimizin kendi kendimize attığı bir yumruktan başkası değil.
Paylaş
Tavsiye Et