Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Akbabanın bakışları
İbrahim Zeyd Gerçik
YIL 1985. Kolombiya Armero’da volkanik patlamayı görüntüleyen bir televizyon haber ekibi. Kızgın küller arasında bir çocuk. Televizyon ekibi çekim yapacakları süre içerisinde olaya müdahale edip çocuğun hayatını kurtarabilir. Televizyon ekibi müdahale etmeyi değil, volkanik küller arasında çocuğun acı içinde ölümünü görüntülemeyi tercih ediyor.
Yıl 1994 Sudan. Emekleyerek bir kilometre ötedeki Birleşmiş Milletler Yemek Kampı’na gitmeye çalışan bir kız çocuğu. Tükenmiş ve artık taşıyamaz olduğu küçük bedeniyle yere yığılmış durumda. Üç adım arkasında soğukkanlı bakışlarıyla onu izleyen ve ölümünü bekleyen bir akbaba. Fotoğrafı çeken Kevin Carter, fotoğrafı çektikten sonra oradan ayrılıyor. Bu fotoğraf New York Times’ta yayınlandıktan sonra insanlar yardım kuruluşlarına büyük bir maddi destek veriyor. Kevin Carter 1994 yılında bu fotoğrafla Pulitzer ödülünü alıyor. Kendisine fotoğrafı çektikten sonra çocuğa neden yardım etmediği sorulduğunda: “Biz fotoğrafçıların görevi olaylara müdahale etmek değil, olanı resmetmektir” cevabını veriyor. Kimse kız çocuğuna ne olduğunu bilmiyor.
Yıl 1996 Türkiye/İzmir. Bölgesel bir televizyon kanalında çalışan muhabir, yanan bir adamı kurtarmak yerine, onun yanışını kameraya kaydediyor. Neden müdahale etmediği sorulduğunda Carter’ın verdiği cevabın benzerini veriyor: “Ben bir gazeteciyim, benim görevim olayları kaydetmektir.”
İnsan kendi eylemleri ile bir insanın hayatının kurtulacağını bildiği halde, müdahale etme şansına ve gücüne sahipken, müdahale etmeyerek sadece seyirci ve kaydedici durumunda nasıl kalır? Amacımız bu üç olayda da ortak olan zihniyet yapısını anlamaya çalışmaktır.
Üç olayda da olayı kaydeden insanların zihnindeki bakış açısı “Haber, ‘gerçek’ten önemlidir” yanılsamasıdır. İnsan değersizleşirken, insanın ürettiği ondan daha değerli bir konuma yükselmektedir. İnsan “nesne” konumuna inerken, haber “özne”nin yerini almaktadır. Sıfatlar ismin önüne geçmekte, gerçek habere kurban edilmektedir.
İnsan olmak bizim isim durumumuzdur. Unvanlar ve meslekler ise sıfatlardır. Kişi olayları, mesleki tecrübeleri ve değerleri çerçevesinde algılama sürecini seçerse, insani değerleri “benzerleri” çerçevesinde daralmaya başlar. İnsanın “biz” tanımı içerisine bütün insanlarla ortak olan adalet, güven, sevgi, hüzün gibi değerleri kuşatan “insan kavramı” girmiyorsa, kişinin “biz” kavramı bana benzeyenler, benimle aynı dili konuşanlar, benimle aynı dinde olanlar şeklinde daralmaya başlar. Bu daralma arttıkça birey insani değerlerini, ahlaki sorumluluklarını, sevgi, güven ve adaleti sadece kendisi ile yakın ilişkide olanlara sunar. Böylece sevgi, adalet, paylaşım, güven, sadece kendisinin “biz” olarak tanımladıkları için geçerli hale gelir. Diğer insanlar ise “o” olarak tanımlanır. “O” uzaktadır, yabancıdır, başkasıdır, bize benzemeyendir. Kişi “o” ya karşı yaptığı davranışlardan kendini sorumlu tutmaz.
Gerçek, doğru anlamanın temelidir. Gerçek bizi özgür kılar. Yalandan ve yanılsamadan kurtarır. Özgürlük; kişinin iradi sınırlarını bilmesi, hayatından ve eylemlerinden sorumlu olmasıdır. Eylemlerden sorumlu olma, kişinin iradesi ile düzeltebileceği olumsuz bir duruma müdahalesini zorunlu kılar. Müdahale etmek, sorumluluk yüklenmek, ilgilenmek, engeli kaldırmaktır. Müdahale etmek kendi iç saygınlığını korumaktır.
Birey olumsuz bir gerçekle karşılaştığında; ya oyuncu olacaktır ya da seyirci, ya hikayenin bir parçası olacaktır, ya da kaydedicisi.
Bireyin oyuncu ve seyirci olarak tavrını belirlediği aşama, algılamanın anlama sürecidir. Birey olaya ilişkin yargısını oluştururken davranışını belirleyecek olan inancın; doğruluğunu, güvenilirliğini ve gerçekliğini dikkate almayarak onları soyutlarsa, sadece olayın fayda noktasına yoğunlaşacak, güç ve sahip olma isteğinin kontrolüne girecektir.
Bahsettiğimiz üç olaydaki muhabirler olaya müdahale edip, hikayenin bir parçası olmayı tercih etselerdi, belirli bir güçten de mahrum kalacaklardı. Bu güç binlerce insanın zihnine hükmetme, onları duygulandırma ve yönlendirme gücüdür. Eğer müdahale edilirse muhabir haberin getireceği faydadan mahrum kalacaktır. Şöhret, meslektaşları arasında yükselme, gazete ve televizyonları başındaki insanları kaydettiği görüntü ile yönlendirme gücü de ortadan kalkacaktır.
Olayın içinde oyuncu olmak, başkaları karşısında kendimizi güçlendirmeyi değil, insan olma izzetini korumayı ve kendimizi unutmama fırsatını bize verir. Bunun somut katkısı ise, insanın güven ve adalet değerleri ve kendisiyle tutarlı kalmasıdır. Zihnî parçalanmışlıktan kurtulmasıdır.
Sadece kayıt etmek ve bu kaydı bir güce dönüştürmek için, kişinin daralmış “biz” kavramını destekleyen ve vicdanını örten bir mantıkileştirmeye-yanılsamaya ihtiyacı vardır. “Haber, ‘gerçek’ten önemlidir”; “Benim görevim olaylara müdahale etmek değil, olanı resmetmektir.” Bu yanılsama sadece olayı kaydeden insan için değil, kaydedilmiş olayı sunan sunucu için de geçerli olabilir. Bu yanılsamadan beslenen bir sunucu, olaya doğrudan tanık olmadığı için vicdanını örtmesi kolaylaşacaktır. Hiç kimse kötü bir haberi sunan kişiden haberi sunarken ağlamasını beklemez, gülmesini beklemediği gibi. Bir sunucu Bağdat bombalanırken, hemen zihnini bombalanan yerlerin, ölen insanların görüntülerinden uzaklaştırıp, gayri ciddi bir üslupla, ekonomi uzmanına dönüp, “Bağdat’ta patlayan bombalar, borsada nasıl patlar?” sorusunu sorabiliyorsa, bu insan için ölüm metalaşmıştır. Ölüm parasal değerlere etkisi oranında önemlidir. Çünkü ölen başkasıdır, yabancıdır, ona benzemeyendir. Çünkü “O”nların ölümleri borsada birilerinin cebine kazanç veya kayıp olarak yansıyacaktır.
Olaylar değerlendirilirken; doğrulukları, güvenilirlikleri, gerçekliği dışlandığı sürece bazı insanlar ve kurumlar için başkalarının ölümü tercih edilecektir. Ölümler, savaşlar, işgaller, soykırımlar; güce, paraya ve faydaya dönüştüğü sürece alkışlanacaktır. Bütün bunlar süslü yalanlarla mantıkileştirilecektir. Ölüm sevilecek ve ölüme tapınılacaktır. Ölüm başkasının ölümü olduğu sürece…
Bu yanılsamadan beslenen bir medya trajediyi karnavala dönüştürebilir. Dehşeti ve korkuyu ekranları başındaki insanlara pazarlayabilir. İnsanlar yaşadıkları acılarla değil, haber değerleri ile önem kazanabilirler. Savaşın içinden insan unsuru çekilebilir. Savaş yıkılan binalara, atılan bombaların sayısına, istatistiki rakamlara indirgenerek iki takımın yaptığı bir futbol karşılaşması gibi sunulabilir. Medya patronlarına “insanlar ne düşünürler?” diye sorulduğunda, “biz ne istersek onu” cevabını verebilirler. Milyonlarca seyirci televizyon tribünlerinden modern dünyanın kendisine sunduğu gladyatör dövüşlerini çekirdek çıtlatarak seyredebilir.
İnsan, olayı değiştirebilecek gücü varken seyirci olarak kalmayı tercih ediyorsa, fotoğraftaki akbabanın bakışları ile seyirci olarak kalan insanın bakışlarını birbirinden ayıracak insani ölçüt nedir?

Paylaş Tavsiye Et