Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Bütün ülke azınlık!
Fatma Sel Turhan
AKIL hastanesinin önünden geçen şahıs, bahçeye yaklaşır ve parmaklıkların arkasından boş gözlerle bakanlara sorar: “Acaba içeride kaç kişisiniz?” Hastalardan biri cevap verir:” Sen bizim içeride kaç kişi olduğumuzu boş ver de, asıl siz dışarıda kaç kişisiniz?”
Bu fıkradan esinlenerek ‘azınlık’ları sınıflandıracak bir “içeridekiler-dışarıdakiler” tasnifi yapılsa acaba dışarıda kaç kişi kalırdı? Bir imparatorluk bakiyyesi olan “Bu Ülke”de Lazın, Çerkezin, Kürdün, Türkün... yüz yıllar boyu aynı hukukî statüyü paylaştığı doğal bir çok-kimliklilik mevcutken, şimdi özünde bu aslî unsurları yaralayıcı, horlayıcı bir kavramsallaştırmayla, ‘azınlık’ statüsünün gündeme getirilmesi neden? Yoksa Türkiye, 20’nci yüzyılın başından beri üzerine giydirilmeye çalışılan deli gömleği içinde bir cinnet ülkesi olmaya doğru mu gidiyor?
Ulus-devletleşme süreciyle birlikte devreye sokulan azınlık meselesi, özü itibariyle millet kavramının içini boşaltarak onu kategorikleştirip bölen ve bu yönüyle ayrımcılığı körükleyen bir kavram. Bize tarihten tevarüs eden uygulama ise Osmanlı devletinin güçlü olduğu dönemlerde, kırk çeşit taifenin yaşadığı bu topraklarda kimsenin kimseye çoğunluk olmadığını, dolayısıyla kimsenin de azınlığa düşmediğini gösteriyor.
Osmanlı’da görülen ‘millet’ biçimindeki teşkilatlanma, dinî bir aidiyeti içermekte olup modern dünyadaki azınlık statüsünden ve onun getirdiği psikolojiden çok farklıydı. ‘Millet’, toplumu bölen bir kavram değil, bireyin hangi din ya da cemaate mensup olduğunu, dolayısıyla hangi hukuka tâbi olacağını ifade etmek için kullanılan genel bir kavramdı. Osmanlı uygulamasını özgün kılan, sistemin hem gayrimüslimlere geniş bir hareket sahası tanıması, hem de onları toplumsal yapıyla uyumlaştırma amacı gütmesiydi. Dolayısıyla sanılanın aksine bu sistem, merkezî idareden kopuk “otonom millet”ler ya da “devlet içinde devlet”ler yaratmıyor; tersine Rumu, Ermenisi, Yahudisiyle... gayrimüslimleri de tek bir hâkim sistem altında birleştirmeyi öngörüyordu. Altı yüzyıla yayılan başarısı, “uyumla birlikte yaşama” tecrübesinde yatan bu sistemin günümüzde Batı’nın kavramsallaştırmasıyla azınlık meselesine dönüştürülmesi ise 20’nci yüzyıl başlarında, ulus-devletleşme sürecinin bir ayağı olarak dışarıdan yapılan dayatmalarla oldu.
Azınlık meselesinin ilk defa gündeme getirildiği Lozan Antlaşması’nda bugünkü hukukî yapının temeli atılırken, bütün dış dayatmalara rağmen azınlık kavramı tarihten miras kaldığı gibi, yine dinî bir sınıflandırma etrafında şekillendi. Lozan’da İngiliz heyetinin başkanı Lord Curzon bir Kürt devleti kurulması ve Kürtler, Çerkezler ve Araplar gibi Müslüman azınlıkların da gayrimüslimlere tanınan haklardan yararlanmalarında direnirken, Türk heyeti başkanı İsmet Paşa, bu azınlıkların korunmaya ihtiyaçları olmadığını zira ülkenin aslî unsurları olduğunu; “Türkiye’de hiçbir Müslüman azınlık yoktur” sözleriyle ifade etti. Curzon’un bunu kabule yanaşmamasıyla tartışmaların yoğunlaştığı aşamada, Kürt kökenli mebuslar, Millet Meclisi’ne gelerek, Lozan’a, ayrı bir Kürt devleti istemediklerini, zira kurulan devletin bütün Müslümanların ortak devleti olduğunu dile getiren bir telgraf çektiler ve konu da kapanmış oldu.
 
Bir Odaya ‘Kilitlenen’ Azınlık Meselesi
Bugün Prof. Dr. Baskın Oran başkanlığında hazırlanan ve Türkiye’de azınlıklar konusunu ele alan raporun hem gündeme getiriliş şekli, hem de muhtevası bu ülkede meselelerin nasıl ‘tartışılamadığını’ göstermesi bakımından hayli ibretlik bir tablo çiziyor. Raporun basına aksettiriliş biçimi, ardından başlayan, “rapor Başbakanlığa aittir-değildir” tartışması, basının kışkırtmasıyla işin iki taraf yaratan bir polemiğe dönüşmesi, kurulun toplantılarını yaptığı odanın kilidinin değiştirildiğine kadar varan iddialar ve nihayetinde tartışmaların bu noktaya gelmesinin asıl sebebinin Kurul Başkanı Kaboğlu ile İnsan Hakları Başkanı Bıçak arasındaki geçmişe dayanan husumet olduğu söylentileri, özünde insan hakları çerçevesinde yaşandığı söylenen bir tartışmayı insan haklarının fütursuzca ihlal edildiği bir arenaya çevirdi. Raporun meşruiyeti, sahiplenilmesi ve temsiliyle başlayan, akabinde bir odaya ‘kilitlenen’ bu polemikler neticesinde asıl tartışılması gereken içerik ve AB sürecinde sık sık kaşınacağı anlaşılan azınlıklar meselesi de arka planda kaldı.
İşin magazin kısmını bir tarafa bırakacak olursak konunun üç yönü var. Birincisi; azınlıklar sorununun gündeme getirilmesinin samimi bir özgürlük arayışından çok, Türkiye’yi zayıflatmaya, hatta bölmeye yönelik bir komplo olduğu iddiaları. Bu kuşkuları dile getirenler azınlık haklarını savunanları ‘vatan hainliği’ ile itham etmeye kadar vardırıyor. Karşıtlarına göre ise ülkeye asıl zarar verenler, “Sevr paranoyasına” kapılmış bu tutucular. Bu düzlemde tartışmanın muhtevası ikincil planda kalıyor. 1930’lardan beri sadece devletin güvenlik mütalaalarının veya iç tehdit algılamasının nesnesinden ibaret kılınmış insanların yaşadığı sıkıntılar, anadilinden ve kendisini ait hissettiği kültüründen utanmaya şartlandırılan, potansiyel suçlu muamelesi gören sözde ‘eşit’ vatandaşlarımızın trajedileri sadece birer ayrıntı. Öte yandan, 1829’dan beri ‘düvel-i muazzama’ tarafından ‘ekalliyetler’ eliyle dilim dilim doğranan ve son cephe olarak Anadolu’da ölüm-kalım ölçüsünde ‘sath-ı müdafaya’ çekilen çok etnisiteli bir milletin, Rumeli’den Erzurum’a, Ahıska’dan Yemen’e yaşadığı faciaların hatırası da arkaik bir paranoyadan ibaret. Aslolan bu cepheleşmedeki taraflar; Lozancı mısınız yoksa Sevr’i hortlatmaya mı çalışıyorsunuz?
Tartışmanın ikinci yönü; daha modern ve liberal bir perspektiften bakarak Türk kimliğinin anayasal vatandaşlık bağlamında tanımlandığını iddia eden ve geçmişin hesabını “pardon, olur böyle vakalar” diyerek kapatmayı hedefleyenlerle küreselleşme muhipleri arasında. Birincilere göre zaten Türk milliyetçiliği etnik mensubiyetten değil aidiyet hissinden oluşur; zira “Ne mutlu Türk olana” değil, “Ne mutlu Türküm diyene” denmesinin sebebi de budur. Polyannacı iyimserliğine rağmen bu görüş, resmî politikaların ısrarla reddettiği, ama son döneme kadar uğursuz bir hayalet gibi varlığı hissedilen sistematik baskı politikaları sebebiyle kendilerini ‘Türk’ hissetmekten vazgeçirilen ve ‘Türküm’ demeden de mutlu olmak isteyen kesimlere bir şey ifade etmiyor ne yazık ki. “Anayasal vatandaşlıkçı”lar ile; “nasıl olsa yakında hepimiz global köyün vatandaşı olacağız ve İngilizce konuşacağız” öngörüsüyle bağımsızlığını, tarihini ve kimliğini, en iyi fiyatı verene satmaya istekli küreselleşme muhipleri arasında bir paralellik var. Her iki kesim de gece karanlığında ıslık çalarak korkuyu kovacaklarını sanıyor ama tarih ve medeniyet derinliği taşımadıklarından derde deva olamıyorlar.
Son olarak tarihten hareketle Türk kavramının diğer kültürel kimlikleri dışlayıcı dar bir etnik tanım değil, gayrimüslimler dışındaki bütün unsurların, altında kendilerine yer bulabilecekleri tarihsel ve toplumsal bir şemsiye kavram olduğunu savunanların itirazları var. Bunlar, diğer grupların aksine ivmelerini ‘derin devletten’ de, Batı’dan da almıyor. Dayanakları sahici karşılığı olan bir varlık; millet. Soruna çözüm üretme potansiyeli bu kesimde mevcut; ama projenin kuvveden fiile geçebilmesi ancak ciddi bir sorgulama ve yüzleşmeyle mümkün. Bu millet, ısmarlama deli gömleklerine hapsolarak kendi öz benliğine yabancılaşmayacak bilgeliğe sahip olsa da, karşı karşıya olunan tehdit küçümsenmemeli. Zira yapılmak istenen, aslında bütün ülkeyi azınlık haline getirmektir.

Paylaş Tavsiye Et