OSMANLI İmparatorluğu’nun merkezileşme tecrübesi, başarısı uzun bir döneme yayılan ve şartlara göre değişen, bürokratik idareyi önceleyen bir yapıda seyretti. Devletin en büyük başarısı, en ücra bölgelere kadar nüfuz edebilen bir idarî ve askerî yapı kurmuş ve gerek görevlilerin, gerekse toplumun sadakatinin asla sarsılmadığı bir sistem geliştirmiş olmasıydı. İmparatorluğun merkezi olan Anadolu ve Balkanlar’da toprak sistemi ve vergilendirme benzer idarî düzenlemelerle gerçekleştiriliyorken, imparatorluğun ‘çevre’si kabul edilebilecek uç bölgelerde kısmî bir özerklik politikası uygulanıyordu. Devlet, toplumsal denetimi çevreden merkeze uzanan bağlar yoluyla sağlıyor, bu bağlar da bölgenin merkezle olan ilişkilerini güçlü, farklı gruplar arasındaki ilişkileri zayıf kılıyordu. “Daire-i adalet” kavramı etrafında şekillenen bu siyasî kültür, adaletin mutlak otoriteyi dengeleyen esas unsur olduğu ilkesine dayanıyordu. Sekiz temel unsurdan oluşan bu adalet döngüsüne göre “adalet dünyanın kurtuluşunun anahtarıydı, dünya ise duvarı devlet olan bir bahçe. Devleti düzenleyen şeriattı; şeriatı uygulayacak olan ise hükümdar. Hükümdar askersiz hükmedemez, servet olmadan da asker toplayamazdı. Ona serveti sağlayan reayasıydı; reayayı ona kul eden ise adalet”…
Devlet ile toplum arasındaki bu sözleşme II. Mehmet zamanından itibaren hem güçlü bir merkezileşme programına, hem de hakimiyetin pekiştirilmesine imkan tanıyacak düzenlemelere uygun bir ortam hazırladı. Kanuni dönemine gelindiğinde, bu merkeziyetçi program sayesinde devlet büyük bir dönüşüm gerçekleştirerek, beylikten imparatorluğa giden çizgide kendisini daha kapsayıcı ve daha bürokratik bir yapı olarak algılamaya başladı. Aynı dönemde Avrupa’da da merkezileşme açısından büyük adımlar atılıyor; ancak Avrupa merkezileşmesi Osmanlı’ya tamamen zıt düşecek bir seyir takip ediyordu.
Avrupa’da Merkezileşme Süreci
Batı Avrupa’da yerel güçlerle krallıklar arasında yaşanan gerilim ve savaşlar 17’nci yüzyılda kıtayı modern anlamda ‘devletleşme’ sürecine taşırken şiddetli muhalefetin oluşmasını da beraberinde getirdi. Feodal beyliklere son verip devleti kuranların ağır yükümlülüklerle ezdikleri ve merkezileşmeyle idarî özerkliklerini yok ettikleri halktan büyük tepki görmeleri kaçınılmazdı. Reform ve Karşı-Reform sürecinde yaşanan din savaşları ile Avrupa’yı etkisi altına alan politik çatışmalar kıtayı yeni bir devlet modeline taşırken dönüm noktası, göreceli bir dengenin sağlandığı Westphalia Barışı’ydı. Yeni devletin yapısını belirleyen iki temel vasıf; toplumsal grupların feda edilmesi ve yerel güçlerin baskıyla eritilmesi, Batı tipi merkezileşme ve bürokratikleşmeyi devletin oluşumu için kutsanır hale getirdi. Oysa rekabet ve çatışmaya dayalı bu devlet yapısı, merkezileşmenin tek yolu ve örneği değildi. Aynı yüzyılda Avrupa’dakinden çok farklı bir devletleşme sürecine sahne olan Osmanlı, tamamen zıt bir yol takip edilerek iyice merkezileşmiş bir otoriteye sahip olunabileceğinin güçlü bir örneğini sunuyordu.
Osmanlı Tarzı Merkezileşme
Avrupa’da görülenin tersine, Osmanlı tarzı merkezileşmenin temelinde devletin gruplar ile işbirliğine giderek onları merkezle bütünleştirmesi ve karşılıklı bir uzlaşıyla kendisine bağlaması fikri yatıyordu. Gruplar devlete yönelik tehdit oluşturacak bir niteliğe sahip olsalar bile zor kullanılarak değil, iki tarafı da memnun edecek pazarlıklarla sisteme entegre ediliyordu. Bu duruma en iyi örnek eşkıyaların Osmanlı’nın gücünü pekiştirmekte kullanılmasıdır. Farklı bölgelerdeki isyan ve eşkıyalık faaliyetlerine devletin cevabı farklı olmakla birlikte, Osmanlı’nın genel politikası eşkıyaların da dahil olduğu her tür grubun, devletin güç ve konumunun sağlamlaştırılmasında kullanılmasıydı. Devlete yönelik isyanlar bir taraftan merkezin atadan tevarüs eden köklü kurallarıyla bastırılırken, diğer yandan günün şartlarıyla şekillenen bir pazarlık süreci isyanların yaygınlaşmasını engelliyordu. Genel olarak denilebilir ki Osmanlı’da merkezileşmeyi şekillendiren, köklü kurallarla el ele hareket eden bu esnek ve duruma göre değişebilir ‘pazarlık’ süreçleriydi. Bu tarz hakimiyet biçiminde devletin görevlilerini merkezden ve dönüşümlü olarak ataması, görevlilerin gittikleri yerlerde güçlü himaye ilişkileri kurarak devlete alternatif bir güç haline gelmelerini engelliyor, yerel unsurların kayrıldığı bir örgütlenme biçimi de bu engeli daha aşılmaz hale getiriyordu. Avrupa’da elitlerin tümüne savaş açarak merkezileşmeyi sağlamaya çalışan krallıkların tersine, Osmanlı tarzı merkezileşmenin bir diğer ayağı da elitler arasında devlete yakın duranları ödüllendirmek, ‘kazananlar’ ve ‘kaybedenler’ yaratarak muhalefete dayalı güçlü bir işbirliği oluşumunu engellemekti.
Avrupa’da modern devletin temellerinin atıldığı 1550-1650 yılları arasında Osmanlı, çok değişik grupların devletle pazarlığa giriştiği, buna bağlı olarak pek çok farklı metot ve sözleşmenin yaşandığı bir sürece sahne oldu. Osmanlı’da merkezileşmeden uzaklaşıldığı, köklü kuralların yerini gün gün değişen uygulamaların aldığı şeklindeki yüzeysel iddialara sahne olan, 19’uncu yüzyıla kadar uzatılan bu süreç aslında bize iddiaların tersi bir tabloyu; giderek muhalefetle başa çıkamayan güçsüz bir devlet yerine, gücünü halkıyla girdiği uzlaşıdan alan ve esnek bir yönetim tarzını benimseyen güçlü bir imparatorluğu işaret ediyor. Osmanlı’nın üç kıtaya yayılan coğrafî genişliği, onu klasik dönemde uyguladığı politikaları değiştirmeye ve esnek bir yönetim tarzıyla gücü merkezde toplamaya yöneltti. Devletin bu dönemini çöküşün başlangıcı olarak görenlerin ve Avrupa’dan farklı tarzda seyreden merkezileşmeyi “çöküş paradigması”yla açıklayanların aksine, Osmanlı için esneklik zayıflık değil, güçlülüğün işaretiydi.
Bu devlet modelinin Batı’daki örneklerinden çok farklı olduğu aşikardı; ancak Osmanlı bu noktada yalnız değildi. Rusya ve Çin İmparatorlukları’ndaki devlet merkezileşmesi Osmanlı’nın yaşadığı serüvene benzer bir süreç takip ediyor; toplumsal uzlaşı ve pazarlıkların belirlediği bir yönetim biçimi bu iki güçlü devletin de tercihi oluyordu.
Rusya ve Çin İmparatorlukları’nda Merkezileşme
Rusya’daki merkezileşme modeli iki farklı ayak üzerine kuruluydu; merkezileştirme ve merkezle bütünleştirme. Merkezileştirme, pazarlıklar sonucu gönülleri kazanılarak imparatorlukla bütünleştirilen Doğu topraklarını kapsarken, merkezle bütünleştirmenin alanı, askerî ve diplomatik araçlar vasıtasıyla imparatorluğa katılan Avrupa topraklarıydı. Batı’daki modelin tersine Rus merkezileşmesinin başarısı yarı bağımsız büyük toprak sahiplerinin bile merkeze hizmet eden bağlılar haline getirilmesi, korumanın karşılığında elde edilen sadakatle güçlü bir merkezî yapının oluşturulmasıydı. Böylelikle yeni yaratılan sınıf “hizmetkar soylular”, pazarlıkla devletin içinde eritilerek muhtemel birer muhaliften sadık birer elite dönüştürüldüler.
Çin ise, merkezileşmede takip ettiği seyir açısından Osmanlı’ya belki de en çok benzeyen imparatorluktu. 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda köylüler ve eşkıyaların bir araya gelerek devlete karşı ayaklanmaları, askerî tarzda bir örgütlenme gösteren eşkıyaların devlete bağlı birlikler haline getirilmesiyle son buldu. Osmanlı’dakine benzer şekilde eşkıyaların devletin ordusuna katılması hem kırsal ayaklanmaları sonlandırmış, hem de devletin askerî gücünün artmasını sağlamıştı. Çin’in Osmanlı’dan farkı bu uzlaşının erken tarihlerde bozulması, merkezî güce dahil ettiği yerel unsurların 17’nci yüzyılın ortalarından itibaren yeniden devlete karşı mücadele vermeye başlamasıydı.
Avrupa’nın toplumdaki unsurları merkezileştirmek için mücadele yolunu tercih ettiği ve tarihini, her kesimin birbiriyle çatıştığı uzun yıllar süren savaşlarla oluşturduğu bir dönemde Doğu’nun üç büyük imparatorluğu Osmanlı, Rusya ve Çin farklı gruplarla anlaşarak merkezi güçlendirme yolunu tercih etti. Osmanlı ise yerel güçleri kendine bağlamada en başarılı olanıydı.
Paylaş
Tavsiye Et