BUGÜNE kadar Türk siyasi hayatını buhrana sürükleyen başlıca amil, statükonun iktidarsızlığı oldu. “Statüko iktidarsız olur mu, statüko tanımı gereği muktedirdir” diyebilirsiniz. Ama bu en azından Türkiye gerçeğinde yanlış bir çıkarım olacaktır. Statüko pekala iktidarsız olabilir. İktidarın statükoya dönüşmesi, statükonun iktidarda kalacağı anlamına gelmez. Siyaset sahnesinin resmî mitos ve ideoloji üretim merkezi olan statüko, hiçbir aktörün kendi siyasi varoluşunu tehlikeye atmamak adına ilişemediği birtakım dizgeler ve aktörler bütünüdür. Fakat statükonun kudretini ve iktidarını belirleyen, statüko libası giyenlerin diğer siyasi aktörlere ilişebilme ve onları çizginin dışına itebilme kapasitesidir.
Bu yönüyle Türkiye’de statüko tek-parti döneminde iktidardı ve CHP tarafından temsil ediliyordu. CHP, bu dönemin ardından söz konusu temsiliyette ısrar etse de bir daha iktidar olamadı.
1950 sonrasında devletin ideolojik bekçiliği görevini üstlenen silahlı kuvvetler ise iktidarına paralel bir temsiliyetten mahrumdu. Temsil edilmeyen ya da iktidar olamayan statüko güçleri, elzem gördüklerinde birbirleriyle ittifak kurdular ve her bir ittifakta Türkiye’de siyaset tıkanma noktasına geldi.
Silahlı kuvvetlerin siyasetteki problemli konumu bir yana, altmış yıldır Türkiye’de statüko iktidara gelemedi. CHP’nin 22 Temmuz seçimlerindeki hezimeti, Türkiye’de statükonun iktidarsızlığını bir kere daha teyit etmiş oldu. Siyasi vizyonunu statükonun korunması, sistemin muhafazası ve rejimin bekası gibi söylemler eşliğinde oluşturan ve “Cumhuriyet kazanacak” nevinden tehditkar sloganlar etrafında seçime giren CHP’nin karşı karşıya kaldığı toplumsal iltifatsızlık hali, bir partinin basit bir seçim yenilgisi olarak okunamaz.
CHP’nin oy oranını bir puan arttırdığını söyleyenler olabilir ki, bu CHP’nin aldığı oy oranının yüzdelik karşılığı düşünüldüğünde doğrudur. Fakat, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde CHP’nin başlattığı rejim tartışması ve ilan ettiği “olağanüstü hal” hatıra getirildiğinde karşımızdaki bu sonucun CHP için tam bir fiyasko olduğu açıktır. Hele hele CHP’nin bu oy oranını DSP ile yaptığı ittifakın yardımıyla aldığı da göz önünde bulundurulduğunda bu fiyaskonun boyutu daha da büyümektedir. Bir de buna CHP’nin Meclis’teki sandalye sayısının %40 oranında azalmış olduğu gerçeği eklenirse bu sonuçların CHP için neden bir hezimet olduğu daha da berraklaşmaktadır.
Seçmen Türkiye’nin genelinde AKP’yi tercih etti. Öyle ya da böyle her iki seçmenden birisi AKP’yi hükümette görmek istediğini göstermiş oldu. Peki bu, AKP’nin dört buçuk yıllık ‘performansı’nın bir ürünü mü? Bir yönüyle öyle tabii. Fakat AKP’ye gösterilen mevcut iltifat, daha çok statükonun iktidarsızlığı ile alakalı bir durum. Bir başka deyişle, AKP’yi iktidara taşıyanların azımsanmayacak bir kısmı statükoyu iktidarda görmek istemediklerinden ötürü AKP’yi desteklediler.
Eğer AKP kurmayları bu süreci bu şekilde okumaz, mevcut oy oranını 4,5 yıllık politikalarına dönük koşulsuz bir destek olarak algılarlarsa ciddi bir hataya düşmüş olurlar. Önümüzdeki bu seçim tablosunu statükonun hezimeti olarak algılamak ne kadar doğruysa, AKP’nin politikalarına verilmiş kayıtsız bir destek olarak algılamak da o kadar yanlıştır.
Unutmayalım ki, Şubat soğuğu Refah Partisi’ni, Nisan yağmuru da CHP’yi hasta etti ve her iki dönemde de serpilen, gürbüzleşen AKP oldu. AKP, bu süreçte dünya siyasetini şekillendiren büyük güçler nezdinde tercihe şayan bir parti olarak görüldü. Toplumla kurduğu bağ, onun gücünün temel dayanağı oldu.
Geçtiğimiz 4,5 yıllık süre zarfında kendisine destek veren toplum kesimlerinin özgürlük taleplerine kulak tıkayan, ekonomide neo-liberal bir bütünleşme politikasını tek geçerli çerçeve olarak kabul eden ve söyleminde gittikçe daha fazla milliyetçileşen AKP, CHP’nin ve statükonun ötekisi olarak algılanmaya devam edildiği için bu denli destek gördü. Desteklenen AKP politikaları değil, AKP’liler oldu.
AKP, kendisini destekleyen toplumsal yapı ve aktörlerin mesajlarını doğru değerlendiremez ve onların özgürlük taleplerini geçiştirmeye, “kurumsal mutabakat” söylemi etrafında ‘uzlaşma’yı siyasetin birinci değeri haline getirmeye devam ederse Türk siyaseti yeni bir düşüş öyküsüne daha tanıklık eder.
Türk toplumunun modernleşme sürecinin hızlanmasından yana olduğu açık. Fakat bu modernleşme ne koşulsuz bir Batılılaşma ne de tamamen iç kaynaklarla oluşturulacak bir kalkınma hamlesi anlamına geliyor. Toplum AKP’den bu dengeyi sağlayabilmesini bekliyor.
CHP’nin Köylülüğü versus AKP’nin Kentliliği
CHP, kentsoyluların kurduğu bir partiydi. Köye yabancıydı; fakat köycü bir söyleme tutunmuştu. Devleti köylü devlet olarak tanımladı ve yeni devletin toplumsal tabanının köylüler olduğunu vurguladı. “Milletin efendisi” dediği köylüyü Türklüğün ve halkın temsilcisi olarak selamladı. Köylünün köyde güzel olduğunun altını çizdi ve politikalarını köyü ve köylüyü ‘çağdaşlaştırmak’ için seferber etti.
Hiç kuşkusuz köylüyü köyde tutma gayreti, diğer etkenler yanında mevcut toplumsal yapının muhafaza edilmesi kaygısıyla alakalıydı. Köylülerin köyde kalması, mevcut şehirli elitin konumunun sürdürülmesinin de bir teminatıydı. Köylüler köyde kalmalı, bir “tarım ülkesi” olan Türkiye’ye zenginlik kaynağı oluşturmalıydı. Köyde kalan köylüye modern düşünme ve yaşama yöntemleri öğretilmeli, köylülerin şehirlere akın etmesinin önü alınmalıydı. Tek-parti dönemi boyunca egemen olan bu yaklaşım, köyden kente göçün hızlandığı 1950’li yıllardan itibaren geçerliliğini yitirmeye, Kemalist kentli elit “kırsal kültür”ün kentte yaygınlaşmasından rahatsız olmaya başladı. Bu eliti rahatsız eden bir diğer husus ise taşra eşrafının Türk siyasi hayatına dahil olmasıydı.
AKP’yi, biçimlendirilmek istenen bu köylülerin çocukları kurdu. Ne var ki onlar kentli ve kentçi bir söylemi esas aldılar. Zira artık kendi elitleri, kendi kentsoyluları vardı. Her ne kadar sosyolojik anlamıyla ‘kırsal’ bir tabana yaslanıyorlarsa da kentli söylemi merkeze alıyorlardı. Bu, onların merkeze taşınmasının teminatıydı çünkü.
CHP, “Halka Doğru” diyordu, AKP, “AB’ye Doğru” diyor. Ne var ki, her ikisinin de samimiyeti her daim tartışma konusu. Ortak olan, her ikisinin de varlıklarının teminatı olarak böylesi söylemlere sarılmak gerektiğini düşünmeleri ve her iki söylemin de sahici bir toplumsal zemine dayanmaması.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, dünya sistemi adını verdiğimiz yapı tarafından “tarım toplumu” olarak görüldüğümüz zamanlarda, siyasi ve toplumsal kimliği ne olursa olsun mevcut iktidarın toplumun merkezine köyü koyması, buna karşılık bugün dünya sisteminin Türkiye’yi Ortadoğu’nun “finans merkezi” olarak nitelemesine paralel olarak AKP iktidarının kendi toplumsal kökenine rağmen Batıcı bir neo-liberal çizgi tutturması son derece manidardır. Bizi bir dönem “köylü toplum” diye, bir başka dönem “asker toplum” diye motive edenler, şimdi “tüccar toplum” olma özelliğimizi öne çıkarmak istiyorlar. Fakat her ne olursa olsun doğrusu “tüketen toplum”dur. AKP, bu sürecin en uyumlu ve uygun aktörü görünümünde ve halihazırdaki gücü de burada.
Eğer Türkiye’de siyaset adamları sahici bir kavganın tarafı olmuş olsaydı, manzara daha farklı olabilirdi. Gelin görün ki, Türkiye’de siyasetin ne ana ekseni “toplumsal varoluş” ne de misyonu “toplumsal hizmet”. Türkiye’de siyaset ve toplumun idaresi birbirleriyle özdeş süreçler olarak karşımıza çıkıyor. İki yüz yıldır ne yazık ki Batı ile ilişkilerin yürütülme biçimi siyasal konumları ve söylemleri biçimlendiriyor. Yeni dönemde bunlar değişir mi bilinmez. Ne var ki, bu değişimin en temel şartı, siyasetçilerin uyguladıkları politikaları siyasal varoluşlarının teminatı olarak değil, ülkenin imarı ve şenlendirilmesi ile ilgili olarak ortaya koymalarıdır. Umulur ki, siyaset bir gün bu topraklarda yeniden bir imar sanatı olarak neşvu nema bulur.
Paylaş
Tavsiye Et