GEÇEN yüzyıla gelinceye kadar devletlerarası münasebetlerde, devletlerin uymakla kendilerini mükellef kabul ettikleri evrensel bir devletler hukukunun mevcut olmadığı, buna karşılık Müslüman bir devletin uymak zorunda bulunduğu bir İslâm devletler hukukunun baştan beri var olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede İslâm hukukçuları bir Müslüman devletin gayrimüslim devletlerle mütareke veya karşılıklı saldırmazlık antlaşmaları yapabileceğini belirtmiş ve şartlarını tartışmışlardır. Hanefî, Malikî ve Hanbelî hukukçularına göre bu antlaşmalar süreli veya süresiz olabilir. Şafiîlere göre en fazla on yıl süreyle yapılabilen bu antlaşmalar süre bitiminde yenilenebilir. Hanefîler bu antlaşmaların gerektiğinde iptal edilebilir olduğu, önceden haber vermek şartıyla her iki tarafça da bozulabileceği görüşündedir. Diğer üç mezhebe göre ise süresi bitinceye kadar antlaşma hükümlerine uymak gereklidir. Genel olarak darussulh diye adlandırılan bu ülke başka gayrimüslim devletlere karşı savunulmaz. Aradaki antlaşma gereği bu ülke vatandaşları ayrıca bir “emân”a ihtiyaç olmaksızın İslâm ülkesine girip çıkabilirler.
İslâm devletine cizye ödemesi ve İslâm hukukunu uygulaması şartıyla kendileriyle antlaşma yapılan bağlı veya tâbi ülkeler ise darulislâm sayılmıştır. Böyle bir antlaşma teklifini kabul etmek vacip sayıldığı gibi İslâm hakimiyetini kabul ettiği için bu ülkeyi diğer devletlere karşı savunmak da vacip sayılmıştır.
Gayrimüslim devletlerle saldırmazlık antlaşması yapılması konusunda görüş birliği içinde olan İslâm hukukçuları, bu devletlerle ittifaka girilip girilemeyeceği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Gayrimüslimlerle yapılan bir savaşta, ister muahid, ister harbî olsun; tek tek veya az sayıda gayrimüslim kimseden yardım alınabileceği konusunda görüş ayrılığı yoktur. Müstakil askerî bir güç oluşturan gayrimüslimlerden yardım alma konusu ise münakaşalıdır. Bazı hukukçular, Hz. Peygamber’in Bedir savaşına çıkarken kendisiyle birlikte savaşmak isteyen birini, müşriklerden yardım almayacağını belirterek reddetmesini; Uhud savaşında da Yahudî bir gruptan aynı şekilde yardım kabul etmemesini mesned kabul ederek gayrimüslimlerden yardım almanın mekruh olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer bazı hukukçular ise bu hadisleri Müslümanların zayıf oldukları ve kafirlerin ihanetinden korktukları için yardımın kabul edilmediği şeklinde yorumlayarak, ihtiyaç bulunması, ihanetlerinden endişe duyulmaması ve İslâm devletinin otoritesi altında savaşmaları halinde yardım almanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. Bunlar, Hz. Peygamber’in Hendek savaşında Kureyza Yahudilerine karşı Benî Kaynuka’dan yardım almasını da görüşlerine delil göstermişlerdir. Bazı alimler, yardım alınan ile savaşılan gayrimüslimlerin ayrı dinlerden olmalarını, iki gayrimüslim grubun birleşmesi halinde mukavemet imkanının bulunmasını da şart koşmuşlardır. Müslümanlara karşı ise, bu Müslümanlar meşru yönetime karşı çıkan asiler (ehl-i bağy) bile olsa, gayrimüslimlerden yardım almak caiz görülmemiştir. Gayrimüslimlere karşı ehl-i bağy ile yardımlaşmak ise caizdir.
Savaşan iki gayrimüslim ülkeden birinin tarafını tutmanın ve onun otoritesi altında diğerlerine karşı savaşmanın caiz olmadığını belirten Serahsî, darülharpte emânla bulunan Müslümanların böyle bir durumla karşı karşıya gelmeleri halinde, savaşmadıkları zaman iki taraftan birinden mutlaka zarar görecekleri endişesini taşıyorlarsa savaşmalarının caiz; aksi halde caiz olmadığı görüşünü kaydeder. Müslümanların gayrimüslimlerin safında Müslümanlara karşı savaşması ise kesinlikle haramdır. Aynı hukukçu, kendilerini düşmanlarına karşı koruma şartıyla bir gayrimüslim ülkeyle antlaşma yapılması halinde buna uyulması gerektiğini de söyler.
Osmanlılar zamanında Prusya ile bu mahiyette bir antlaşma yapılması söz konusu olduğunda müspet ve menfi görüş ve fetvalar verilmiş; III. Mustafa zamanında Prusya ile bir ticaret ve dostluk antlaşması (1761), III. Selim zamanında da karşılıklı savunma işbirliği mahiyetinde ittifak antlaşması (1790) imzalanmıştır. Bu, aynı zamanda Osmanlılar devrinde Hıristiyan bir devletle yapılan ilk ittifak antlaşmasıdır.
Sonuç olarak, fukahaya göre zaruret bulunmadıkça gayrimüslim bir devletle ittifaka girmenin caiz olmadığı, bunun ancak bir zararı def ve Müslümanların menfaati söz konusu olunca mümkün olabileceği anlaşılmaktadır; ki bu da zaman ve şartlara göre değişmektedir. Mesele şimdi ve gelecekte bizzat ittifaka giren ülkenin kazanç ve kayıpları kadar, aynı inancı paylaştığı diğer insanların leh veya aleyhlerine nasıl bir durumun ortaya çıkacağıyla da yakından ilgilidir.
Gayrimüslim bir ülkeyle saldırmazlık veya belli şartlarla askerî işbirliği ve yardımlaşma antlaşması yapılması fukaha arasında tartışılmakla birlikte, bugüne gelinceye kadar Müslüman bir ülkenin gayrimüslim ülkelerle siyasî, iktisadî ve hukukî işbirliğine gitmesi ne tartışılmış, ne de tasavvur edilmiştir. Zaman zaman gündeme gelen ve tartışılan askerî işbirliği konusunda ise maslahat ve zaruret kuralları çerçevesinde çözümler aranmıştır. Bugün de böyle bir soruna dinî açıdan bir cevap aranması durumunda neyin maslahat, neyin zaruret sayılacağını tayin ve sınırlarını tespit konusunda dünyanın içinde bulunduğu yeni uluslararası şartların ve ilişki biçimlerinin etkili olacağı ve bu konuda fukaha ile beraber siyasal bilimcilerin, ekonomistlerin, sosyologların, strateji uzmanlarının görüşlerinin önem kazanacağı şüphesizdir. Bunların ihtilafları da fukahadan geri kalmadığına göre iş oldukça çetrefilli görünmektedir. Ayrıca ideal olanla realitenin birbiriyle tam uyuştuğu durumların tarihte pek az gerçekleştiği de bilinmektedir. Müslümanın Müslüman kanı dökmesi haram olmakla birlikte İslâm tarihi birçok Müslüman devletin birbiriyle mücadele ve savaşına sahne olmuştur. Zamanın önderlerinin bu kararları verirken hangi maslahat ve zaruretlere dayandıkları veya dayanma ihtiyacı duyup duymadıkları, devrin ulemasının bu durumu nasıl bir hukukî çerçeveye oturttuğu merak konusudur.
Paylaş
Tavsiye Et