Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2004) > Dosya > İslam, savaş ve terör
Dosya
İslam, savaş ve terör
Ahmet Özel
İSLAM, insanın gerek Allah ile gerekse diğer insanlarla ilişkilerini düzenlerken bütün eğilim, kuvvet ve zaaflarıyla insan tabiatını göz önünde bulundurmuş; insan tabiatındaki çatışma ve savaşı yok saymaktansa varlığını kabul ederek, onunla ilgili yasalar koymak suretiyle tahribatını sınırlı tutmaya çalışmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanın kendi benliğinde taşıdığı menfi eğilim ve zaaflar çerçevesinde kan dökücü özelliğine de dikkat çeker. İnsanların bir kısmında baskın gelen bu eğilim bir ayette şöyle dile getirilir: “İnsanlardan öylesi vardır ki yeryüzünde eline güç geçti mi orada bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesilleri kökünden kurutmaya çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” Kur’an bu menfi eğilimden uzak kalanların ilahi hoşnutluğa erişip ahirette ödüllendirileceklerini haber verirken Müslümanların temel tercih ve tavırlarını da belirlemiş olmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de savaşla ilgili yasama, meşru savaşın mahiyet ve sınırlarını tespit, tarihi bir süreç içinde tedricen gerçekleşmiş; savaş konusu başlangıçtan itibaren keyfiliğe değil hukuka dayandırılmıştır. Mekke döneminde Allah Resulü ve Müslümanlara yapılan baskı ve işkencelere rağmen savaş izni verilmemişti. Müslümanlara yönelik baskıların artması ve Medine’ye hicrete müsaade edilmesi üzerine engelleme ve saldırılar başlayınca savaşla ilgili ilk ayetler nazil oldu. Bu ayetlerde savaşın meşru kılınmasının sebebi “Müslümanlara yapılan zulüm” olarak açık şekilde belirtilmiştir.
Medine’de müstakil bir varlık kazanan Müslüman toplumun kendine yönelik saldırı ve tehditlere karşı koyabilmesi için, belli şartlarla savaşı emreden ayet nazil oldu: “Size savaş açanlarla, Allah yolunda siz de savaşın, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.” Bu ayette yalnız savaş açanlarla savaşılması emredilmiş ve aşırı gidilmemesi, meşru sınırın ötesine geçilmemesi istenmiştir. Ayette yasaklanan aşırılık da Müslümanlara savaş açmayan toplumlarla savaşmak veya savaş sırasında kadın, çocuk, hasta, yaşlı, çiftçi gibi bünyeleri savaşa müsait olmayan veya bilfiil savaşmayan kimseleri öldürmek yahut Allah rızası dışında bir amaç için savaşmak şeklinde yorumlanmıştır.
İslamiyet’in yeryüzünde çatışma değil barışı hedeflediği, ancak bir tecavüze karşı yapılan savaşın meşru sayıldığı ve savaşa katılmayan sivillerin öldürülmesinin haram olduğu anlaşıldıktan sonra sivilleri hedef alan terör eylemleri üzerinde durulabilir. Terörün uluslararası arenada ortak kabul görmüş bir tanımı bulunmamakla birlikte terör savaş veya barış zamanında sivil halkı hedef alan ve doğrudan askeri bir kazanımdan çok insanları korkutmayı/yıldırmayı amaçlayan politik içerikli şiddet eylemi şeklinde tarif edilebilir. Savaş halinde düzenli kuvvetler tarafından gerçekleştirilen benzeri eylemlerin terör olarak tanımlanıp tanımlanmaması tartışma konusu olmakta; savaşta tarafların her zaman devlet olmaması, şiddet eylemini yapanın niteliğine göre yapılacak bir tanımlamayı göreceli kılmaktadır. Dolayısıyla, eylemi yapandan sarfı nazarla, politik bir amacı gerçekleştirmek için sivil halka şiddet uygulamanın terör olduğu kabul edilebilirse, tanıma devletlerin aynı amaçlı operasyonları da girer.
Günümüzde İslam’ın terörle birlikte anılması, Filistin’de Müslüman gençlerin Batı medyası tarafından intihar eylemi adı verilen hareketleriyle ve özellikle yine bazı Müslümanların tetikçi olarak yer aldığı 11 Eylül saldırısıyla gündeme gelmiştir. Filistin’de İsrail hedeflerine yönelik bu eylemler, karşı çıkanlar olmakla birlikte Arap dünyasında ve Arap uleması arasında genel bir kabul görmekte ve desteklenmektedir. İntihar eylemi tanımı reddedilerek “el-a’mâlü’l-istişhâdiyye” (şehitlik eylemleri) veya “el-a’mâlü’l-fidâiyye” (kendini feda etme eylemleri) diye anılan bu eylemlerin İslam açısından meşruluğu çeşitli gerekçelere dayandırılmaktadır. Öncelikle ileri sürülen şey, Filistin’de Müslümanlarla İsrail arasında elli yıldan beri sürmekte olan bir savaş halinin varlığıdır. İsrail’in savaş hukukuna hiçbir zaman riayet etmediğine, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’nin kararlarını uygulamadığına dikkat çekilmekte; ortada hak ve hukuk tanımayan, sivil-muharip, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar ayırmadan katliam yapan bir işgal gücünün bulunduğu belirtilmektedir. Özellikle yerleşimciler başta olmak üzere İsrail halkının başından beri erkek-kadın ya fiilen veya yedek olarak muharip olduğu, sadece çocukların ve savaşla hiç ilgisi bulunmayanların sivil olarak mütalaa edileceği ileri sürülmekte; söz konusu eylemlerde bunların hedef alınmadığına, okul ve benzeri bir yere asla saldırı düzenlenmediğine işaret edilmektedir.
Aralarında Yusuf el-Kardâvî, M. Said Ramazan el-Bûtî, Vehbe ez-Zuhaylî, Acîl Câsim en-Neşemî, Muhammed Hayr Heykel, Ahmed Şelebî gibi tanınmış şahsiyetlerin de bulunduğu bu alimler, hedefin özelliğini bu şekilde ortaya koyduktan sonra eyleme girişen kimsenin durumuyla ilgili olarak da Hz. Peygamber’in şehid olma arzusuyla düşman saflarına tek başına saldıran kimsenin şehid sayılacağını belirtmesi ve teşvik etmesini delil göstermektedirler. Fakihler de savaş sırasında öleceğini bile bile düşman saflarına bu şekilde saldırmayı, düşmana fiilen zarar vermesi veya onların cesaretlerini kırmak ve Müslümanları motive etmek gibi bir maslahat bulunması halinde caiz görmüşlerdir. Düşmanın bir kale ve benzeri bir yerde kendisine Müslüman sivilleri siper veya kalkan yapması halinde, savaşı kazanıp düşmanı etkisiz hale getirmenin başka bir imkanı kalmamışsa saldırının caiz olduğuna dair fukaha arasında genel olarak kabul gören görüş de bu konuda ileri sürülen diğer bir gerekçedir. Buna cevaz verilmesi, saldırı yapılmaması halinde savaşın kaybedileceği veya Müslümanların daha büyük bir zararla karşılaşacağı, yahut düşmanın bunu bir yol haline getireceği şeklinde bir gerekçeye dayandırılmakta, haram bir fiilin zaruret sebebiyle helal olduğu belirtilmektedir. İsrail hedeflerine yönelik saldırılarda sivillerin bulunması da bazılarınca buna benzetilerek zaruret gereği meşru görülmekte; düşmanı mağlup edip kendi vatanını, can ve malını kurtarmanın başka bir yolunun kalmadığı ileri sürülmektedir. Arap ulemasından bazıları söz konusu eylemlerin meşru müdafaa sayıldığını, eylemlere terör diyenlerin asıl terörü besleyenler ve terörü kendilerine göre tanımlayanlar olduğunu belirtirler.
Yapılan açıklamalardan, bu alimlerin sadece Filistin veya işgal altındaki benzeri yerlerde başvurulan bu tür eylemleri meşru gördükleri, böyle bir savaş hali ve zaruretin söz konusu olmadığı, bazı kişi ve grupların her hangi bir amaçla ve kendi başlarına verdikleri kararla girişecekleri eylemleri meşru saymadıkları anlaşılmaktadır. Esasen savaşın siyasî bir karar olduğu, devlet başkanından başka kimsenin buna karar veremeyeceği, onun da ancak düşmana üstün gelineceğine zann-ı galip ile kanaat getirmesi halinde bu yetkiyi kullanmasının caiz olduğu fukaha tarafından belirtilmiştir. Zamanımızda küresel güçlerin İslam dünyasına yönelik sömürgeci siyaset ve uygulamalarına duyulan öfkenin bir tezahürü şeklinde ortaya konulan terör eylemlerinin, bu güçlerin uygulamakta oldukları siyaseti meşrulaştırıcı rolü eylemlerin amacına baskın gelen bir sonuç ortaya çıkardığı gibi, söz konusu örgütlerin bu eylem kararlarını alırken hangi siyasî ve askerî yetkiye dayandıkları, bu yetkinin kaynağının ne olduğu, eylemlerde sivillerin hedef alınmasının hangi gerekçeye dayandırıldığı merak konusudur. Dinî açıdan meşrulaştırıcı bir dayanak bulmanın mümkün görülmediği bu eylemlerin, Soğuk Savaş sonrası ABD’nin belli stratejik bölgelerde kontrolü sağlamak amacıyla İslam’ı tehdit olarak göstermesinden sonra yaygınlaşması da tesadüfî değildir.

Paylaş Tavsiye Et