ERGENEKON Çetesi’ne yönelik operasyon ve akabinde yargıya intikal eden soruşturma, Türkiye’nin kadim “devlet çetesi” tartışmalarını yeniden gündeme taşıdı. Ordu içindeki cuntalaşmanın, 2003-2004 yıllarında Ay Işığı ve Sarıkız adıyla maruf darbe teşebbüslerinin başarısız olmasından sonra, 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar başka bir formatta devam ettiği anlaşılıyor. Son operasyon ise bu cuntanın, bugünlerde yeniden harekete geçtiğini ortaya koyuyor. Operasyonun ve soruşturmanın sergilediği bir başka devamlılık da, tutuklananlar arasında Susurluk davasında soruşturulan Sami Hoştan ve adı geçtiği halde soruşturulamayan Veli Küçük gibi isimlerde kendini gösteriyor. Bu vadide JİTEM, Kontrgerilla örgütlenmesi de, bugünkü çetelerin geleneksel ve kurumlaşmış halleri olarak akla geliyor. Türkiye’de Soğuk Savaş döneminde NATO konseptinde Gladyo olarak varlığını devam ettiren bu anlayış, İttihat ve Terakki’ye kadar giden bir maziye sahip. Hikmet-i hükümet adına meşru devlet kuvvetleri yapılanması dışında bir başka hiyerarşi ile kurulan ve hukuk dışı yollarla faaliyet gösteren bu Teşkilat-ı Mahsusa, kendisini türlü gerekçelerle devam ettirmeyi başardı. Teşkilat-ı Mahsusa anlayışıyla hiçbir zaman hesaplaşamayan seçilmiş iktidarlar, daima asker-sivil bürokrasinin bu vurucu örgütünün tehdidini üzerinde hissetti. Siyasilere yönelik suikastlardan Türkiye’nin milli ve milletlerarası siyasetini etkileyecek 6-7 Eylül olayları gibi büyük kitle kıyımlarına ve askerî darbeleri meşrulaştıracak şiddet hareketlerine kadar her türlü melanete bulaşan bu örgütlenme, Türkiye’nin NATO’ya girişiyle ordunun emri altında faaliyet göstermeye başladı.
Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin yenilmesi sonucunda İttihatçı liderlerin yurtdışına kaçmasıyla hiyerarşisi bozulan Teşkilat, Milli Mücadele’ye katılarak varlığını devam ettirdi. Mustafa Kemal’in üzerinde tam bir hâkimiyet sağlamak için yaptığı tasfiyelerle budanan ve tek parti döneminde iç siyasette kullanılmasına gerek kalmayan Teşkilat, için için yanarak korunu muhafaza etmeyi başardı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile yapılan işbirliğiyle yeniden palazlanmaya başlayan bu yapılanma, Soğuk Savaş’la birlikte komünizme karşı harekete geçirildi. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle yeniden yapılanan ve Seferberlik Tetkik Dairesi’ne geçen bu özel Teşkilat, artık siyasi iktidardan bağımsız, tamamen askerî bürokrasinin emri altına girecekti. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasında görev alan Teşkilat, askerî ve sivil unsurlarıyla, 27 Mayıs darbesine giden kargaşa ortamının hazırlanması ve darbenin hayata geçirilmesinde de aktif rol aldı. Keza 12 Mart darbesine giden süreçte de rol üstlenen bu yapılanmanın, siyasete müdahil olan ordunun kendi içindeki hizipleşmeden de etkilendiği biliniyor. Türkiye’yi 12 Eylül darbesine taşıyan 1 Mayıs 1977, Malatya, Maraş ve Çorum olayları başta olmak üzere birçok bombalama ve suikastta, sağ ve sol örgütlere sızan Teşkilat’ın ciddi bir rol üstlendiği anlaşılıyor. Nitekim bu dönemde Ülkü Ocakları İkinci Başkanlığı’na kadar yükselen Abdullah Çatlı ve ekibinin karıştığı kıyım olayları bu bakımdan kayda değer. 7 TİP’li gencin Bahçelievler’de katledilmesi, kahvehane bombalanması, otobüs taranması ilk defa bu grubun şiddet alanına soktuğu eylemlerdi. Çatlı ve ekibi, 12 Eylül öncesi kaçırıldıkları yurtdışında Ermeni teröristlere ve daha sonra Türkiye’de PKK terörüne karşı da kullanıldı. Çatlı’nın yurtdışında eroinle yakalanması üzerine avukat bulmak için aradığı ilk kişinin subay kökenli ve soldaki muadili olan Sarp Kuray olması ayrıca manidar. Keza Susurluk’taki kazada Çatlı’nın yanında devrimci ve Alevi kimliğiyle bilinen efsanevi özel harekat polislerinden Hüseyin Kocadağ’ın bulunması, Teşkilat’ın zannedildiği gibi sadece MHP’de örgütlenmediğini yeterince gösteriyor. Sadece MHP’deki kimi unsurlarıyla ifşa olması ise, Teşkilat’ın basın-yayın, sivil toplum ve siyaset dünyasında ne kadar güçlü olduğunu da gösteriyor.
Soğuk Savaş’ın bitmesiyle benzeri yapılanmaların NATO ülkelerinde tasfiye edilmesine rağmen, Teşkilat Türkiye’de varlığını PKK terör örgütünün tehdidiyle meşrulaştırıp daha da güçlendirdi. 1990’larda şiddetini arttıran gayrinizamî harp, 12 Eylül darbesinden sonra giderek yoldan çıkan devlet ve bilhassa güvenlik güçlerinin hukuk nosyonundan tamamen uzaklaşmasını beraberinde getirdi. Böylece dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ifadesiyle “devlet rutinin dışına çıkmış”tı. Bu gayrinizamî harpte giderek büyüyen Kontrgerilla yapılanması, artık asker-sivil bürokrasinin vurucu gücü olmanın ötesine geçerek siyasi ve iktisadi bir aktör olmaya yöneldi. Böylece mütecanisliğini kaybeden ve bir şeften mahrum olan bu yapı içinde ciddi anlaşmazlık ve mücadeleler de baş gösterdi. Susurluk kazasından sonra yükselen kamuoyu baskısının yanı sıra ordunun, bu yapıya eklenen ve ortak olmaya başlayan polis ve istihbaratçıların hiyerarşideki yerini düşürme çabaları yeni bir dönüm noktası oldu. 28 Şubat süreci, orduya bu imkanı verdi; aynı zamanda bu yapının sadece PKK’ya karşı kullanılmayacağını, muhalif bütün çevreleri tehdit eden bir güç olduğunu da meydana çıkardı.
Türkiye’nin 2001’den itibaren 28 Şubat’la başlayan siyasi ve iktisadi süreçten çıkmaya yönelik reform süreci, PKK’nın bu dönemde şiddet düzeyini düşürmesi ve MGK’nın konumunda yapılan değişiklikler, Kontrgerilla’nın konumunu sarstı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün meşruiyetçi ve orduyu siyasetten uzak tutmaya yönelik tavrı karşısında rahatsızlık duyan ordu üst kademesi, 2003-2004 yıllarında en az iki cunta teşebbüsünde bulundu. Özkök’ün dirayeti, AB reformları ve dünya konjonktürünün el vermemesi yüzünden başarısızlıkla sonuçlanan darbe teşebbüsleri, 2004’ten sonra da Kontrgerilla’nın imkanlarından yararlanılarak devam etti. Buradaki mantık esas itibarıyla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinden farklı değil: Sivil iktidarı iç ve dış sorunlar karşısında aciz ve yönetemez duruma sokacak krizler yaratmak...
Bu bahiste eski siyasi aktörleri yanında bulamayan cuntacılar, bu sefer doğrudan kendilerinin organize ettikleri terör şebekeleri marifetiyle laiklik, gayrimüslimler ve Kürt meselesi üzerinden krizler yaratmaya çalıştılar. Geçmiş tecrübelerinin ışığında ve Kontrgerilla’nın kontrolü altına girmeyen emniyet ve istihbarat kuvvetleri sayesinde planladıkları birçok eylemi gerçekleştiremediler. Yine de bu çevreler, organize ettikleri Cumhuriyet mitingleri marifetiyle ve başarabildikleri cinayetler sayesinde ordu üst kademesini etkileyerek 27 Nisan Bildirisi’ni yayımlatmayı başardılar. Ancak bu başarı, önce 22 Temmuz seçimleri ve ardından 21 Ekim referandumunda halkın sivil ve demokratik tercihiyle arzu edilen sonuçları yaratamadı. Kontrgerilla’nın silahlı ve sivil ayakları, 2009’da bir darbe için faaliyete geçmiş durumda... Son operasyon ve soruşturma, Susurluk gibi yarım kalırsa 10 yıl sonra da bu kesimlerin yeni maceralarını tartışabiliriz.
Paylaş
Tavsiye Et