DEMOKRASİYE karşı darbe planları ve Taraf gazetesi yazarlarından Mithat Sancar’ın ifadesiyle “hukuk sosuyla darbe çalışmaları”nın devam ettiğine dair yaygın kanaati pekiştiren “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” belgesinin kamuoyuna mal olmasıyla birlikte darbe tartışmaları yeniden başladı. Ergenekon Davası avukatlarından ve kendisi de eski bir asker olan şüpheli şahsın evrakları arasında bulunan ve altında Genelkurmay Başkanlığı’nda psikolojik harekât yürütmekle görevli şube müdürü Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun Çiçek’in imzası bulunan belge, adeta bardağı taşıran bir etki yaptı ve kamuoyunda daha önce görülmeyen bir ittifakla eleştirildi. Eylem planının Taraf’tayayınlanmasıyla beraber olay siyasetin gündemine oturdu. Zira plan, AK Parti ile Fethullah Gülen hareketine karşı yürütülmesi planlanan ve belki de yürütülen iftira, tuzak ve komploları da içeren bir psikolojik harekât operasyonunu ortaya koyuyordu.
Burada asıl şaşırtıcı olan, böylesi bir belgenin kamuoyunda yarattığı şaşkınlık. Çünkü Türkiye tarihi, bu ve benzeri belgelere ziyadesiyle alışkın. Nitekim aynı albayın Eylül 2007’de hazırlayıp dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın da kabul ettiği ve Haziran 2008’de yine Taraf’ın deşifre ettiği Lahika-1 belgesi karşısında sergilenen duyarsızlık hafızalarda. Şimdiki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un daha kara kuvvetleri komutanı iken Başbakan Erdoğan karşısında psikolojik harekât gerekliliğinden bahsetmesi ve yine genelkurmay başkanı olmadan önce, tam AK Parti’nin kapatılma davası öncesinde son derece tartışmalı bir isim olan Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt ile yaptığı gizli görüşme de unutulmuş olamaz. Başbuğ’un genelkurmay başkanı olduktan sonra da Dağlıca ve Aktütün baskınlarının ardından sergilediği tavır, Balıkesir’de sert ve tehditkâr bir üslupla yaptığı konuşma ve Nisan ayı içinde Ergenekon Davası ile ilgili girdiği polemikler ile belli bir toplumsal kesimi hedef gösteren açıklamaları ortadayken böyle bir belge karşısında kamuoyunun şaşırması sahiden şaşırtıcı.
Başbuğ da, tıpkı selefi Büyükanıt gibi kendisine tanınan krediyi doğru kullanamadı ve askerî bürokrasi içerisindeki problemi çözmek yerine gizlemeyi tercih etti. Yanına İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi demokrasiyle en problemli emekli genelkurmay başkanlarını alan ve Ergenekon sanığı emekli generalleri ziyaret ettiren Başbuğ, dengeleri gözetme ve askerî bürokrasinin vesayetçi pozisyonunu devam ettirme yolunu tercih etti. Esasen bu durum şahsi tercihleri aşan ciddi bir problemin içeriden çözülemeyeceğini gösteriyor. 27 Mayıs darbesi sonrası ordunun bütünlüğünü korumak için bulunan, genelkurmay başkanlığının güçlendirilmesi formülü, problemin sadece mahiyetini değiştirdi. Bugün dünyanın ve Türkiye’nin değişen şartları artık bu modelin de işlemediğini gösteriyor.
Modelin işlemeyen yönlerinden biri de, ordunun problemlerini özerkliğine halel getirmeyecek şekilde kendi içinde çözmeye çalışması. Bu amaçla kurulan ve disiplin mahkemesinin ötesinde sivil yargıya paralel örgütlenen askerî yargı, problemi habis hale getiriyor. Komutanların etkisine açık olan bu mahkemeler, nitelikli personellerine rağmen kendi sahası dışına çıktıkça orduyu yıpratan bir kamuoyu algısına yol açıyorlar. Son olayda, söz konusu belgenin askerî mahkemede ele alınması ve ilk iş olarak “devlet sırrı” adı altında konuya getirilen yayın yasağı, kamuoyundaki olumsuz kanaati kuvvetlendirdi. Daha en başta askerî savcılığın, belgenin Genelkurmay Karargâhı’nda hazırlanmadığı şeklinde kanaat belirtmesi ve Başbuğ’un açıklamaları ciddi bir telaşı gösteriyor. Nitekim bu telaş hali, askerî savcılığın belge ile ilgili “Kovuşturmaya gerek yoktur” kararını vermesinden sonra, Başbuğ’un 26 Haziran’da gerçekleştirdiği -maksada da hizmet etmeyen- başarısız açıklamasıyla devam etti.
Başbuğ, konuşmasında kullandığı üslup ile askerî yargının bağımsızlığı iddialarına ciddi bir darbe vururken, sivil yargıya da görev tanımı yaparak müdahale etmeye çalıştı; “benim mahkemem” dediği mahkemenin bağımsızlığından söz etmesi, “Savcıyı tanımam, benim adli müşavirim var” derken savcıyı müşavirin de altına koyması gibi... Basına karşı kullanılan “asimetrik savaş” tabiri ise askerî bürokrasinin savunma ile taarruz arasındaki kafa karışıklığını yansıtıyor. Başbuğ’un göreve başlarken verdiği az konuşma sözünün kısa zamanda boşa çıkarak sık sık konuşmak zorunda kalması, halihazırdaki durumun sürdürülemez bir dengeye dayanmasının bir sonucu.
Bu belge karşısında telaş içerisine giren AK Parti saflarında ise Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın son laiklik çıkışı sonrasında gelen bu belgenin, kapatılma travmasını yeniden ortaya çıkardığı görülüyor. 27 Nisan e-bildirisi sonrası sergilediği tavrı yeniden takınarak dik durmaya çalışan AK Parti kurmayları konuyu yargıya taşırken, gün geçtikçe bunun yeterli olmadığını fark ederek konunun yürütme olarak da takipçisi olduklarını ifade ettiler. Ancak Başbuğ’un Nisan konuşmalarında hedef aldığı Gülen cemaatine yönelik tehdit karşısında suskun kalmış olan AK Parti’nin, kapatılma travmasından ya da öğrenilmiş çaresizlik sendromundan henüz tam anlamıyla kurtulamadığı söylenebilir.
Ana muhalefet partisi CHP ise belge tartışmasını ordu ile AK Parti’nin arasında bir kırılmaya dönüşmesi için tahrik etmeye çalıştı, hâlâ da çalışıyor. “Belgenin sahte olması durumunda yapacaklarını bütün Türkiye’nin göreceği”ni Ertuğrul Özkök’e söyleyen İlker Başbuğ’a, “Ne yapacağını görelim” diyen ve basın toplantısını beğenmeyen CHP’nin demokrasi içinde mücadele eden modern bir siyasi parti olmayı hâlâ başaramadığı bu vesileyle bir kere daha görülmüş oldu. CHP’nin bu atmosferde 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için Anayasa’nın geçici 15. maddesinde değişiklik önerisinin de şüpheyle karşılanması CHP’nin kaybettiği itibarı gösteriyor. MHP ise demokrasiden yana bir tavır sergilerken hükümeti orduyla beraber hareket etmeye çağırarak demokrasi standartlarını ortaya koyuyor.
Başbuğ’un yargıya müdahale etmeye ve olayın üzerini örtmeye yönelik açıklamalarından sonra Başbakan Erdoğan’ın belgenin aslının yürütme ve sivil yargı tarafından aranacağını açıklaması, Başbuğ’un ve askerî bürokrasinin kredisinin ve açıklamalarının etkisinin ne kadar azaldığını göstermesi bakımından kritik bir eşiği ifade ediyor. Nitekim Ergenekon Davası savcılarının belgenin altında imzası bulunan Albay Çiçek ve 8 kurmay subayı daha ifade vermeleri için mahkemeye çağırmaları ve 28 Şubat’ın sembol isimlerinden emekli Orgeneral Çevik Bir’in verdiği ifade, sivil yargının üzerine düşen rolü üstlenmede kararlılık içinde olduğunu gösteriyor. Hülasa Türkiye’nin son durumu, Ergenekon Davası ve onun etrafında ordunun siyasete müdahalesi bakımından Yahya Kemal’in mısralarına atıfla ifade edilebilir: “Velhasıl duruyor o problem yerli yerinde.”
Paylaş
Tavsiye Et