BAŞÖRTÜSÜ tartışmasından yorulmuş birçok aklı başında insan var çevremde. Kısmen haklılar da. Çünkü çoğu zaman o denli argüman, kavram ve insaf yoksunu bir edayla sürdürülüyor ki tartışma; yorulmamak, bunalmamak mümkün değil. Fakat ne olursa olsun ben yine de entelektüellerin başörtüsü tartışmasını devam ettirmelerinden yanayım. Başörtüsünün sahip olduğu sembolizmi önemsiyorum ve bu sembolizm etrafında son derece mümbit bir çözümleme zemini inşa edildiğini düşünüyorum. Son dönemde başörtüsü/türban merkeze alınarak yürütülen tartışmalar ile birlikte Türk tipi ideolojik pozisyonların daha net bir şekilde konumlanmaya başladığı kanaatindeyim.
İdeolojilerimizi Batı’dan devşirdik. 19. yüzyıl Batılı ideolojileri Türkçeye aktarıldı; fakat bu aslına sadık bir tercüme olmadı. Zira tercümeden çok telifçi bir aktarım vardı ortada. Telifçiliğin temelinde yatan ise farklı gerçekliklere sahip oluşumuzdu kuşkusuz. Ne var ki, Batı’dakinin aksine bize aktarılan ve Türkleşen ideolojiler, toplumsal gerçeklik ile bir bağ kurma gereği duymadı. Çünkü devlet aygıtı bu süreci bizatihi örgütledi ve Batı’daki farklı ideolojik pozisyonlar devletle bir biçimde ilişkisi olan aktörler tarafından taşındı.
Türk ideolojileri tam da bu nedenle topluma hesap verme gereği duymadı. Ne toplumu temsil ettiler ne de toplumun sorunlarına çözüm önermek suretiyle varlık kazandılar. Batılılaşma döneminin ürünü olan ve devlet eliyle taşınan modern ideolojilerimizin mümeyyiz vasfı, uzun dönemde Batılılaşma sürecini savunmak ve devletle olan mesafelerini mümkün mertebe kısaltmak olageldi. Topluma değil devlete seslenen, toplumdan değil devletten beslenen ideolojilerimiz önce devleti kurtarma, daha sonra da devleti kurma arayışı içerisinde kendi siyasal gramerlerini oluşturdular.
Devlet için düşünmek, devlet gibi konuşmak sadece Kemalistlerin değil aynı zamanda sosyalistlerin, liberallerin ve muhafazakârların da “başarabildikleri” bir şeydi. Devletle aynileşmek, onun reflekslerini içselleştirmek ve korkularını paylaşmak, daha önce farklı ideolojik pozisyonlarda konuşlananların “hassas dönem”lerde ortak mekanlara toplanması sonucunu doğurdu durdu. Türkiye’de farklı ideolojik duruşlar arasında bu denli rahat geliş-gidişlerin oluşu bununla alakalı. Dünya siyasetinde yaşanan kırılmalar karşısında devletin gösterdiği refleksler, ideolojilerimiz tarafından derhal yeniden üretildi ve buna paralel olarak yeni hedefler ve korkular inşa edildi.
Çağdaş Türk siyaseti, korkularla yoğrulan bir siyaset. Bölünme korkusu, istila edilme korkusu, irtica korkusu vs. Bunlar içerisinde de en yoğun yaşanan ve özellikle 1970 sonrasında farklı ideolojik pozisyonların paylaştıkları korku, sonuncusu. Ne var ki, irtica gibi müphem, ne olduğu bir türlü tanımlanamayan sihirli bir kavramın yardıma çağrılmasıyla açığa vurulan korku esasında din korkusundan, yani dinin sosyal/kamusal alanda görünme korkusundan başka bir şey değil. Bu yönüyle Türk siyaset sahnesi, İslamofobinin ürküttüğü aktörlerin mekanı olarak da tasvir edilebilir.
Bu sahnenin, Batı’daki kaynak ideolojilerine atıfla özgürlük, barış, demokrasi ve adalet mücadelesi verdikleri iddiası ile öne çıkan liberal, demokrat yahut sosyalist aktörlerinin kahir ekseriyeti ilginç bir biçimde dinin toplumsal temsilleri söz konusu olduğunda ortak bir tavır takınıyorlar. Son günlerde yoğun bir şekilde yürütülen başörtüsü tartışmasını bu boyutu ile düşünmekte yarar var. Başörtüsü, dinî bir temsil ve bu temsile dair itirazlar, dinin hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın toplumsal alanda görünür olmasını hedef alıyor. Dinin toplumsal temsillerinin yoğunlaşması, devlet eliyle yazılan Batılılaşma hikayemizin kurgusunu bozuyor ve bu durum devletli ideolojilerimizin anlam dünyalarını sarsıyor.
Üç İsim, Üç Örnek
İki ay önce Türkiye’nin sosyalist entelektüellerinden Murat Belge’nin bir konuşmasına katılmıştım. Konu, Türk romanı ve tekevvün edebiyatı idi. Sorular faslında Anlayış editörlerinden Z. Tuba Kor “Siz bir tekevvün romanı yazacak olsanız, nereden başlatırdınız?” şeklinde özetleyebileceğim bir soru sordu Belge’ye. Belge’nin cevabı oldukça netti: “II. Mahmut’tan başlatırdım. Onun başlattığı ve tamamına erdirilmesi gereken süreç nedeniyle yapardım bunu.” II. Mahmut’un, Belge’nin doğuş destanına konu olmasının nedeni açık. Batılılaşma sürecini resmî devlet politikası haline getiren ve siyaseti “gavur padişah” nitelemesine muhatap kalacak kadar din-dışı alana taşıyan bir figür II. Mahmut. Belge’nin varoluşsal pozisyonu için toplumsal adalet, barış, özgürlük vb. temalar değil önemli olan. Madem Türkiye’de yaşıyoruz, öncelikle dinin tortularından kurtulmak gerek.
Entelektüel mahfillerde bugüne dek demokrat kimliği ile arzı endam eden E. Fuat Keyman bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde başarısız bir imza kampanyası başlattı. Kampanyanın hedefi, üniversitelerde başörtüsüne koşulsuz özgürlük isteyen ve 3.500 akademisyenin imza attığı bildiriye karşı bir bildiri yazmak ve özgürlüğün sınırlarını çizmekti. Türbanlıların hakları vardı da, peki ya başı açık kız öğrencilerin hak ve özgürlüklerine ne olacaktı? Keyman, bu süreçte kaleme aldığı yazılarda kılık-kıyafet serbestisinin sınırlarının nerede çizileceğini, türban serbestisinin üniversite ile sınırlanmasının önemli olduğunu vurgulayıp durdu.
Ayşe Kadıoğlu ise bir diğer örnek. “Başörtüsü… Nereye Kadar?” başlıklı bir yazı kaleme alan Kadıoğlu, “demokratların başörtüsüne desteğinin sınırları”nı hatırlatıyor ve başörtüsünün yalnızca üniversitelerde serbest bırakılması, onun dışında ilk ve ortaöğretimde kati suretle yasak olması gerektiğini ifade ediyordu. Gerekçesi açıktı: Reşit olmayanlar tercihte bulunamaz. Kadıoğlu, reşit olmanın ne demek olduğunu; reşit olmadan önce hangi giyimin normal, hangisinin anormal olduğuna kimin hangi gerekçeyle karar verebileceğini; örneğin egemen sosyalleşme mekanizmalarının “Barby bebek modeli” kız çocuklarını şirin, diğerlerini çirkin ilan ederken neye dayandığını; bir sosyalleştirme mekanizması olan aileden kendi çocuğunu sosyalleştirme hakkının hangi cüretle alınabileceğini; egemen eğitim ideolojisinin ve medyatik müdahalelerin “beyin yıkama” süreçlerinden bahsetmeden başörtülü olmanın nasıl bir beyin yıkama faaliyeti olarak anlaşılabileceğini ortaya koyma becerisini gösteremese de, meramını gayet açık ifade ediyor: “Geçtiğimiz hafta, kompozisyon ödülünü almak için çıktığı kürsüden indirilen kız çocuğu ‘reşit’ değil. Onun başörtüsü takma ‘hakkı’, üniversiteye giden ablalarınki ile aynı değil. Çocukların büyürken her türlü milli ve dinî baskının dışında tutulması son derece önemli.”
Sözün özü şudur: Başörtüsü tartışması, Türkiye’deki yapay ve ikircikli ideolojik pozisyonları ifşa etmiş; liberal, demokrat ve sosyalist olduğu iddiasında olan birçok seçkinin, müesses nizamı konsolide etmekten başka bir hedefe sahip olmadığını ortaya sermiştir. Bu seçkinler için hakkaniyetten ve adaletten yana olmanın en önemli teminatı, onları çepeçevre saran İslam alerjisinden kurtulmalarıdır. Söz konusu alerji bu seçkinlerin korkularıyla yüzleşme cesaretini göstermelerine engel olmakta, toplumsal dönüşüm dinamiklerini anlamalarını imkansızlaştırmaktadır.
Bu ülkenin özgürlükçü olduğu iddiasındaki aydınları, lütfen korkularınızla yüzleşin artık. Yeni yeni “özgürlükler hiyerarşisi” inşa ettiğiniz sürece, “kendine demokratlar” olarak anılmaya devam edeceksiniz.
Paylaş
Tavsiye Et