ŞÜPHESİZ içeriği ve motivasyonu son derece tartışmalı bir iddianame ile iktidar partisinin kapatılması için dava açılmış olması, demokrasiye karşı bir bürokratik müdahaledir ve bu müdahale Türkiye’nin istikrarlı demokratik ülke imajına ciddi zarar vermiştir. Ancak paradoksal olarak Türkiye’nin imajına karşı girişilen bu tahribat, ülke dışında Türkiye’nin iç siyasi dinamiklerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluyor.
Yakın zamana kadar gerek Türkiye içinde gerekse dışında hâkim olan şablon şuydu: Yaşanan bir devlet-toplum çatışması vardır; bunun bir tarafında ilerlemeci devlet ve bürokratik elit, diğer tarafında ise bu ilerlemeye direnen geleneksel, muhafazakâr, eğitimsiz bir halk tabakası bulunmaktadır. Ülke dönüştürülecekse bunun yukarıdan aşağıya doğru baskıcı devlet eliyle yapılması gerekmektedir. Kaynağını modernleşme teorisinden alan bu yaklaşım, Batı’nın Türkiye’ye yönelik klasik bakış açısını da şekillendiriyordu. Şimdi ise artık bu resmin tam tersinin doğru olduğu, yani gerginliğin bir tarafında değişen ve değişim talep eden halk kesimleri, diğer tarafında ise değişime direnen devlet bürokrasisi ve seçkinler olduğu anlayışı yerleşti. Bu dava da Türkiye’deki sosyo-ekonomik transformasyona karşı direnç gösteren bürokratik elitin değişime direnişinin yeni bir hamlesi olarak anılacaktır.
Bu algılama değişiminde AK Parti’nin izlediği dış politikanın önemli ampirik katkısı bulunuyor. AB üyeliği yolunda sarf ettiği aktif çabalar ve reform hamleleriyle, AK Parti modernleşme sürecinin dümenini bürokratik elitin tekelinden kurtardı; tepeden inmeci, jakoben modele karşılık, gelenekle barışık, asıl dinamiği halk olan bir modernleşme modelini tatbik etti. Bu açıdan Türkiye’deki çatışma iki modernleşme üslubunun çatışmasıdır ve bu çatışmada halka dayalı modernleşmeyi başarılı kılan ve otoriter devlet modelini imkansız hale getiren, küreselleşme sürecidir.
Bu bağlamda, bir önceki Refah ve Fazilet partilerinin kapatılması davalarıyla karşılaştırıldığında, AK Parti aleyhine açılan kapatma davası oldukça farklı bir uluslararası strateji ve fikir ortamında meydana geldi. 11 Eylül sonrası dünya ve Irak Savaşı’nın getirdiği bölgesel istikrarsızlık, stratejik ortamın farklılığını oluşturuyor. Diğer tarafta AK Parti, AB’ye verdiği destek ile somutlaşan dış politikadaki vizyon değişikliği açısından çok daha olumlu bir dünya kamuoyu ile karşı karşıya. Açıkçası Batı dünyası bu hadiseye Kemalist elitin gördüğünden farklı olarak, kendisini İslamcı-laik şablonundan büyük ölçüde kurtarmış bir şekilde bakıyor. AK Parti Batı ile bütünleşmek isteyen ancak bunu yaparken kendi medeniyet kimliğine de atıfta bulunan sosyal değerler açısından muhafazakâr, siyasi talepleri açısından ise reformcu bir hareket görüntüsü veriyor.
Açılan bu dava, dünya kamuoyunda Türkiye’deki siyasi sistemin aslında İran’dan farklı olmadığı yolunda bir imajın yerleşmesine yardımcı oluyor. Tarihsel misyonu Batılılaşma olan jakoben elitin Türkiye’yi getirdikleri nihai noktanın en fazla İran’a benzemesi, bunun karşısında Türkiye’yi İran’a yaklaştırmakla suçlanan kitlelerin Batı kalitesinde bir demokrasiyi arzu etmeleri son derece paradoksal. Teokratik bir yönetimin hâkim olduğu İran’a karşılık yargıtokratik bir rejim hâkim Türkiye’de. Burada hukukun kaynağının dinî ya da laik olması önemli değil. Asıl önemlisi, hukuku yorumlama makamında olanların kendilerini, rejimin koruyucusu addetmeleri ve halkın demokratik araçlarla tecelli eden iradesinden daha üstün görmeleri. Türkiye’deki yargıtokrasinin parti kapatmasıyla İran’daki teokrasinin adayları veto etmesi arasında esasen bir fark bulunmuyor. Ancak İran’la Türkiye’yi ayıran ciddi bir fark var. Türkiye küreselleşmenin etkilerine çok daha açık olan ve İran’ın aksine izolasyonu kaldırabilecek petrol gibi kaynaklardan yoksun bir ülke. Bu davayı açan yargıtokratlar ise ekonomiye verdikleri milyarlarca dolarlık zarardan dolayı vicdan azabı duymak şöyle dursun, bunu rejimin bekası adına yapıyor olmanın huzuru içindeler.
ABD Anti-Demokratik Sicilini Düzeltmek İstiyor
Türkiye’nin darbeler tarihinde ABD’ye rağmen yapılmış klasik ya da modern bir darbe bulunmuyor. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ABD’den tam destek gören klasik Soğuk Savaş müdahaleleriydi. 28 Şubat da ABD’deki bir kısım lobilerin karşı çıkmayıp zımni onay verdikleri bir müdahaledir. Bu tarihî arka plan bir veri olabilirse, halihazırdaki “yargı müdahalesi”nin başarıya ulaşması için ABD’den alınmış bir onaya muhtaç olduğu kesindir. Ancak bu defaki darbe girişiminin Amerikan siyasi sistemi ve kamuoyunda destek zemini bulunmuyor. ABD’deki lobilerin Türk kalemleri kullanarak gazete yazılarına yansıyan dezenformasyon faaliyetlerine rağmen Amerikan yönetimi, AKP’nin izlediği dış politikayı bir tehdit olarak algılamıyor. Yine Irak’ın istikrarı için Türkiye’nin istikrarını önemsiyor.
Yaşanan bütün gerginliklere rağmen Amerikan stratejik hesaplaması, Türkiye’de tahmin edilebilir bir siyasi ortamı her zaman tercih edecektir. Son derece pragmatik bir reflekse sahip Amerikan siyasi geleneği bu davanın Türkiye’deki siyasi iktidarı değiştirme gücü olmadığını görüyor. Ayrıca, Türkiye’nin parlamenter sistemi ayakta olduğu müddetçe AK Parti’den sonra muhtemelen daha yüksek bir oy oranıyla gelecek iktidarın da çok farklı bir kimliğe sahip olmayacağını hesap edecektir. Bir önceki krizde ABD kurumsal olarak Genelkurmay’la hükümet arasında sıkışmışken, şu anda yargı ile hükümet arasında bir tercih yapma noktasında tercihi icra makamından yana olacaktır. Türlü dezenformasyon kampanyalarına rağmen merkezî Amerikan basını da davayı demokrasinin yargılanması olarak niteleyerek ABD’de hâkim olan havayı yansıtıyor.
Dava AB’yi Şaşırttı
ABD’ye kıyasla Avrupa tepkisini çok daha yüksek seviyede, AB bürokrasisi, başbakanlık ve dışişleri bakanlığı düzeyinde ilan etti. Ancak bu dava AB içinde Türkiye’nin üyelik sürecini bitirmek isteyen (Fransa ve Almanya’nın başını çektiği) kesimlerin eline büyük bir koz vermiş bulunuyor. 21 Mart’ta Financial Times gazetesinde çıkan ve bu davanın başarıya ulaşması halinde Türkiye’nin AB üyeliğini unutması gerektiği şeklindeki yorum, bu davanın en büyük tahribatının Türkiye’nin AB üyeliği süreci üzerinde olacağı gerçeğine de işaret ediyor. Zira AB bürokrasisi diyebileceğimiz ve Türkiye’nin üyeliğine daha rasyonel ve sıcak bakan kişilerin tezleri bu davayla zayıflamıştır. Ancak Türkiye’nin üyeliğine karşı olan siyasiler dahi ülkenin içine gireceği ve AB karşıtı zümrelerin siyasete egemen olacağı bir kaos ortamından rahatsızlık duyacaklardır.
ABD için olduğu kadar, AB için de Türkiye’de tahmin edilebilir bir siyasi ortam olması tercih edilir. Tahmin edilebilirliği ise sadece demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş ve bu nedenle seçimlerle yüzleşmek zorunda olmayanlara göre sorumlu davranmak zorunda olan bir iktidar sağlayabilir. Ekonomik durgunluk, Ortadoğu’daki istikrarsızlık, AB içindeki azınlıklar, güçlenen Rusya gibi birçok başka sorunla karşı karşıya iken ne ABD ne de AB Türkiye’de demokrasinin askıya alınmasının getireceği maliyeti karşılamaya istekli görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et