YILLAR önce Arap dünyasında yayımlanan bir dergide, 5 Haziran 1967’de başlayan Altı Gün Savaşları’nı komuta eden İsrail Genelkurmay Başkanı’yla yapılmış bir söyleşi okumuştum. Ayrıntılı söyleşide, konu Mısır Hava Kuvvetleri’ne yönelik Akdeniz’den dolaşarak yapılan baskın saldırıya gelince, gazeteci şöyle bir soru sormuştu: “Arkadan dolanma fikrine nasıl vardınız?” Genelkurmay Başkanı’nın yanıtı açıktı: “Yavuz Sultan Selim’in, Tomanbay komutasındaki Memluk ordusunun toplarına hedef olmamak için arkadan dolanmış olmasından esinlendik.” Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar: “Peki! Böyle bir hareketin Mısırlılar tarafından da düşünülmüş olabileceğini hesaba kattınız mı?” Yanıt: “Kesinlikle hayır! Çünkü onlar tarih okumazlar.” Benzer bir duruma bizzat şahit oldum: ABD’de 11 Eylül 2001 saldırısı gerçekleştiğinde, bazı tarihçiler saldırının Viyana bozgununun intikamı için yapıldığını yazınca, bir ABD’li Osmanlı tarihçisi bu fikre iki açıdan karşı çıkmıştı: Birincisi, Viyana bozgununun tarihi 12 Eylül 1683’tü; ikincisi, dolayısıyla daha önemlisi, bu ve benzeri saldırıları yapan İslâmcılar(!) tarih bilmez ve okumazlardı ki, saldırıyı böyle tarihî bir olayın intikamı için gerçekleştirsinler.
Yazıya bu alıntılarla başlamamın nedeni son günlerde çeşitli mahfillerde, ister olumlu ister olumsuz bakış açısıyla yapılan tarih konuşmaları… Bu tür konuşmaları dinledikçe, tanıdığım bir öğretim üyesi büyüğümün bizzat şahit olduğu bir olaya ilişkin yorumu aklıma geliyor. Kendisi resmî bir yerde kerli ferli bir kişinin verdiği Türk Tarihi dersini dinledikten sonra içinden şöyle temenni etmiş: “İnşallah anlattıklarına kendisi inanmıyordur; yoksa bu tarih perspektifiyle halimiz harap.” Ben de bu tür konuşmaları dinledikçe ya da çözümlerini okudukça aynı temennide bulunmak zorunda kalıyorum: “İnşallah hem bu konuşmayı yapan hem de dinleyenler söylenenlere inanmıyorlardır.”
Yor-ulmadan tarihi yor-maya, yor-umlamaya çalışanlar, elbette her zaman kötü niyetli değillerdir. Ancak, tarih, tabiatın tecessüm ettiği maddî dünyaya benzer biçimde hayatın tecessüm ettiği manevî bir dünyadır ve bu yapısıyla objektif bir gerçekliktir. Ne vehimlerle ne temennilerle; ne ümitlerle ne de korkularla okunur tarih… Öyle ya! Cehalete dayandıktan sonra tarihi övmek ile sövmek arasında bir fark yoktur.
Geleneğimizde tarih, bir yönüyle dinî ilimlerin, öbür yönüyle amelî felsefenin bir şubesi olarak görülmüştür. Geçmişten ibret ve kuvvet almak şeklinde düşünüldüğünde ahlak, toplum ve siyasetin içerisinde değerlendirilebilecek tarih çalışmaları, bir varlık alanı biçiminde idrak edildiğinde ise nazarî karakter kazanmıştır. Düşünürler için, bir var-olan olarak kabul edilen toplumların tarihî süreçte ne tür yasalar çerçevesinde yol aldığı, nasıl oluştuğu, geliştiği ve yok olduğu soruları yalnızca bir merakın değil aynı zamanda bir kaygının da ürünüdür. İçerisinde yaşadıkları toplumların geleceklerini öngörmek için tarihî yasaları araştırmak, düşünürler için bir bakıma insanı da araştırmak anlamına geliyordu çünkü.
İkinci Dünya Savaşı’nda Kuzey Afrika’da Almanlar ile müttefikler arasında süren çöl savaşlarında Rommel’in tanklarla desteklenen ordusunu, ABD-İngilizler, aynı coğrafyada vuku bulmuş Kartaca-Roma savaşının taktiklerine geri giderek yenebilmişlerdi. Tarih’ten hem ibret hem de kuvvet almanın güzel bir örneğidir bu… Tarih bir milletin yalnızca şimdisini kurtarmaz; bazen geleceğini de belirler. Yine İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD Kongresi’nde: “Almanya’nın Kartaca gibi yeryüzüne dağıtılması ve Alman ülkesinin dünyanın tahıl ambarı haline dönüştürülmesi” teklifine karşı, bir kongre üyesinin “İyi de ileride çocuklarımız, ‘Goethe’yi, Kant’ı, Hegel’i, Planck’ı ve daha binlerce bilgin, filozof ve sanatkârı yetiştiren bu millete ne yaptınız?’ diye sorunca, ne yanıt vereceğiz?” diye itiraz etmesiyle teklif geri çekilmiş; Almanlar da Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılmaktan kurtulmuşlardı.
Hiç şüphesiz, sorunu açıklayan temsil gücü yüksek pek çok örnek verilebilir. Fakat tüm örnekler şu gerçeğe işaret eder: Bir milletin geçmişi ile geleceği arasındaki köprü, o milletin tarihî tecrübesidir. Ne geçmişe saplanmak ne de geleceğe takılıp kalmak; ama yol alırken tarihî tecrübeden yararlanmak… Medenî insan, hatıraları olan insandır; uğruna dövüşebileceği, kendini tehlikeye atabileceği hatıraları. Tersi durumda günlük yaşayan bir organizmadan farkı kalmaz insanın.
Şimdiye değin söylenenler dikkate alındığında, bahsettiğim tarihe ilişkin konuşmaların ortak paydası, bilgiye değil, ya vehme ya da temenniye dayanmalarıdır. Bundan daha da önemlisi, yenilgi ve kaybetme psikolojisi tüm söylenenleri yönlendirmektedir. Bu toprakların çocuklarının tarihlerini bir kayıp, bir boşluk, bir karanlık olarak görmeleri, yenilginin kafada başladığının kanıtıdır. Her yenilgi geçicidir; tıpkı hiçbir zaferin sürekli olmaması gibi. Fakat kafada yenilginin çaresi yoktur; kaybı, kafada başlayan bir insanın başarı şansı olamaz. Hâlbuki biz zaferle değil, gayretle mükellefiz.
Şimdiye değin, özellikle aydınların, toplumun geleceği için ileri sürdükleri düşüncelerin, bu toplumun tarihini bilmedikleri için sağlıklı olmadıkları söylenegelmiştir. Kanımca, bahusus, söz konusu konuşmalar dinlendiğinde ortaya çıkan hakikat şudur: Aydınlar, öykündükleri Batı-Avrupa tarihini de bilmemektedirler. Anlattıkları vehmettikleridir; bildikleri değil… Tasvir ettikleri olgular, yalnızca beklentilerine değil korkularına da işaret etmektedir. Vahim olan ise, kendi vehimleri uğruna milletlerinin hakikatlerini tahrif, hatta tahrip etmeleridir. Tahrif ve tahrip edilmiş bir tarihin eşlik ettiği milletin geleceği olamaz.
Aklın tatil edildiği yerde hayal, vehim ya da daha yumuşak bir tabirle vicdan devreye girer. Makul olmadan menkul sahibi bir kişi geçmişe ilişkin hayal görür, geleceğe ilişkin de kurguda bulunur. Ne hayal ne de kurgu, yalnızca bilgi, bizi hem tabiat hem de hayat karşısında daha insan kılar.
Yakın zamanda Türkiye’de süregiden tarihî yorumları, siyasî tartışmaları izledikçe, taraf olan kişilerin hem davranışlarını hem de düşüncelerini “kamarasındaki rahatlığı için içerisinde bulunduğu gemiyi yakacak kadar aymaz adam”a benzetiyorum. İleri sürdükleri tarihî tezlere gelince, söylenecek tek bir şey var: Bunlar tarihi yorumlamak değil; milletin hem vicdanı hem de aklını yormaktır. Türk milletinin doğasına uygun sahih bir gelecek tasavvur etmeyenler, edemeyenler, tarihimizi sağlıklı bir biçimde yorumlayamazlar.
Paylaş
Tavsiye Et