1999’DA PKK liderlerinden Sakık yakalanmış ve soruşturma zabtına, yalan ifadeler eklenmişti. Buna göre, Sakık’ın ağzından bazı gazetecilerin ve sivil toplum örgütlerinin ‘para karşılığı PKK’ya destek verdikleri’ yazılmıştı. Sonradan bunun Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir ve Genel Sekreter Özkasnak tarafından ANDIÇ diye adlandırılan bir yazıyla hazırlandığı anlaşılmıştı (…) Bu gazetecilerin tek kusuru Kürt sorunuyla ilgili olarak resmî politikaya uyum göstermemeleriydi.” Mehmet Ali Birand, kurbanları arasında kendisinin de bulunduğu andıç hadisesini böyle özetliyordu. Biz de “andıç” kelimesini ilk defa Nazlı Ilıcak’ın ortaya çıkardığı bu olay vesilesiyle duyduk. Sonra anladık ki, Silahlı Kuvvetler içinde birileri, ülke siyasetini biçimlendirmek için bir tezgah kurup, açıkça yalanlar uydurup, sonra da o yalanları basına vererek, bazı kişi ve kurumları hedef göstermiş.
Uyduranların o zamanki acemiliğinden olacak, o günlerde pek çok kişi, bütün bunların bir tezgah olduğunu, “Ben yalanım” diye bir kilometre öteden bağıran bu “itiraf”lara inanmamak gerektiğini söyleyip yazıyor; en azından ortada sadece hukuksuz değil, mantıksız bir durum da olduğunu ifade ediyordu. Ama pek çok “duayen” gazeteci, nedense bunlara inanmayı tercih ediyordu. Hürriyet’ten Oktay Ekşi’nin başyazısının başlığı “Alçakları Tanıyalım” şeklindeydi. Onun gazetesinin de içinde yer aldığı basın aracılığıyla “tanıdık” da. Acaba Ekşi bu tezgaha inanmış mıydı, yoksa “tecahüli arif” sanatının başarılı bir örneğini mi veriyordu bilinmez; ama sıra artık “tanıdığımız” o “alçaklar”ın cezalandırılmasına gelmişti. Sakık’ın, olmayan “itiraf”larının sonucunda, İHD Başkanı Akın Birdal silahlı saldırıya uğradı; sivil ve demokrat olarak tanınan birçok yazar ve gazeteci işten atıldı; fincancı katırlarını ürkütmeye kalkışacak kalem sahiplerine gözdağı verildi.
Olayın ortaya çıkarılması bir devrim etkisi yapabilirdi. Üstelik Genelkurmay da olayı yalanlamamış ve bunun bir “çalışma belgesi” olduğunu açıklamıştı. “Çalışma belgesi… Nasıl yani? Şimdi ne olacak?” soruları zihinlerdeydi. Bir hukuk devletinde böyle bir olay ortaya çıkınca ne olurdu? Herhalde bütün bunları yapmak söz konusu bürokratların “görev alanı” içinde değildi. Ama bu durumda da kendi görev alanının dışına çıkıp topluma ve bireylere yönelik komplo kuran bir kamu görevlisi cezalandırılmaz mıydı? Bir hukuk devletinde elbette cezalandırılırdı, ama Türkiye’de cezalandırılmadı.
Ardından Abdullah Öcalan’ın itirafları geldi. Abdullah Öcalan’ın “itiraf”larını Sabah, Hürriyet ve Milliyet gibi “akredite edilmiş” büyük gazetelerde okuyanlar, soruşturma aşamasında gizli tutulması gereken “ifade tutanakları”(?)nın pehlivan tefrikası gibi günlerce üst üste yayımlanmasına şaşırmışlardı. Tecrit edilmiş bir adada, ciddi bir gizlilik içinde özel bir ekip tarafından sorgulanan bir kişinin itiraflarının böyle günlerce basına “sızması”, elbette araştırmacı gazetecilik başarısıyla izah edilemezdi. Hedefte yine insan hakları savunucuları vardı. Şemdin Sakık’a atfedilen ve daha sonra yalanlanan ifadelerin yayımlanmasının neye hizmet ettiğini bilenler için bunun da anlamı açıktı. İlave olarak bu kez hedef, muhalif bazı isimlerin tasfiyesinden öte, bir dönemin ve bir anlayışın da mahkum edilmesiydi. Andıçtaki ifade yalanına o gün hayatta olmayan Turgut Özal’ın da adının karıştırılmasının anlamı buydu. Birileri, cari siyaseti dizayn edebilmek için mezarında bile onu rahat bırakmıyordu.
Bugün de Taraf gazetesi tarafından ortaya çıkarılan yeni bir andıç rezaletiyle karşı karşıyayız. Öğreniyoruz ki, Mart 2006’da hazırlanan 73 sayfalık raporda sivil toplum örgütleri, akademisyenler, işadamları ve gazeteciler fişlenmiş. Genelkurmay tarafından yalanlanmayan ve aralarında Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı, Ali Bulaç ve Can Paker gibi toplumun farklı kesimlerindeki kişilerin bulunduğu belgede, Sezen Aksu’nun bile ismi var. Raporda, STK’ların tamamen yasal bir çerçevede gerçekleştirdikleri aktiviteler ve AB gibi kuruluşlardan mevzuata uygun biçimde aldıkları paralar bile sanki kriminal bir olaymış gibi kayda geçirilmiş. AK Parti hükümeti de “Rum kesiminden gelenlerin, araçlarıyla muhalefet konvoylarına katıldığı, muhalefete büyük paralar akıtıldığı” Kuzey Kıbrıs’taki demokratik seçimlerin sonuçlarını “doğal karşılamakla” suçlanıyor. Oysa orada da birkaç andıç hiç fena olmazdı değil mi?
Sabetaycılık Suç mu?
Ama daha da kötüsü var. Bu ülkenin vatandaşlarından bazıları, etnik veya dinî kökenleri nedeniyle adeta suçlu olarak gösterilmeye çalışılıyor, Sabetaycı “kimlikleri” de yaptıkları “kötü” işlerin arasına sokuşturuluyor. Soyumuzla sopumuzla ilgilenen, kaç yüz yıl önce hangimizin ailesinin Sabetaycı olduğunun, bugün de hangimizin “samimi” olarak “döndüğümüzün” hesabını tutan bir devlet! Bu kez fişlenenler arasında Oktay Ekşi’nin de ismi var ve Ekşi olayı duyunca son derece demokratik bir tepki vererek yapılan işin “saçmadan da aşağı” olduğunu söylemiş.
Söz konusu rapordaki ayrımcılık bununla da bitmiyor. Dayanışma yapılması gereken STK’lar arasında “soydaş” federasyon ve dernekleri de sayılmış. Kökenimiz ne olursa olsun, anayasaya göre “Türk” sayıldığımızı göz önüne alacak olursak, buradaki “soydaş”tan kasıt acep ne ola ki? Kamuoyu oluşturmada kendisinden yararlanılacak olan kurumlardan biri de Oyak. Hani bankası artık ING Bank olan Oyakbank’ın Oyak’ı. İnsanın kafası karışmıyor değil. Liberal Düşünce Topluluğu’nu 11.500 dolar aldı diye andıçlayanlar, nedense bu devasa satışa yer vermemişler.
Komplo Kurmanın Serbest Olduğu “Hukuk Devleti”
Bugüne kadar kaç andıç yaşadık, hangisinde kimler karalandı, şu anda uygulamada olan bir “çalışma belgesi” var mı, hükümet de andıçların hedefi oldu mu, o karalananlardan kimler sonra vuruldu, acaba Hrant Dink için de bir andıç düzenlenmiş miydi, yargıya yönelik andıçlar da var mıydı, bilmiyoruz. Andıç rezaleti “zaman zaman gerçekleştirilen kurum içi bir uygulama” pişkinliği veya itirafı olarak cezalandırılmadan kaldıkça da öğrenemeyeceğiz. Türkiye seçilmişlerin atanmışlara söz geçiremediği bürokratik bir rejim olmaya devam ettiği sürece de kimse kayda değer bir ceza almayacak.
Andıç hadiseleri, Türkiye’nin bir hukuk devleti olup olmadığını anlamaya yardımcı olacak bir kriter olarak işlev görüyor. Zira bir ülkede hukukun üstünlüğü, bunun Anayasa’da veya yasalarda yazmasına değil, temel gereklerinin pratik olarak yürürlükte olmasına bağlıdır. Kuralların bir kısım kamu görevlisi için bağlayıcı sayılmadığı bir ülkede, kuşkusuz üstün olan birşeyler vardır, ama bu kesinlikle hukuk değildir.
Ama bu ülkede kuraldır: Eğer suçu işleyen cezalandırılamazsa, o suçun işlendiğini söyleyenler cezalandırılır. Nihayetinde “Eden kurtulur, diyen kurtulmaz” sözü bu ülkede söylendiğine göre, belki de susmak en iyisi. Tabii başınızı derde sokmanız için sizi sürekli dürten vicdanınızı susturabilirseniz…
Paylaş
Tavsiye Et