BU başlık, Şerif Mardin’in 1973 tarihli İngilizce yazılmış ünlü bir makalesinin başlığı. Mardin’in Osmanlı ve Türk siyasetine dair çalışmalarında kullandığı temel paradigma, Türkiye’deki siyasi gerilimi merkez-çevre ilişkileri bağlamında izah ediyordu. Yayımlandığı tarihin üzerinden geçen 35 yıla rağmen bu yazı halen güncelliğini koruyor. Buna göre, elitlerin hâkim olduğu bir merkez vardır ve bu merkez çevredeki unsurların, yani sıradan vatandaşın, kendisine doğru olan hareketini engellemeye çalışır. Mardin’in yanı sıra Frank Tachau gibi Türk siyaseti üzerine yazan birçok isim bu modeli uygulamıştır.
Osmanlı eliti çevrenin çok ciddi bir muhalefetiyle karşılaşmadı; zira çevre uzun savaşlar neticesinde bu muhalefetini ortaya koyabilecek araçlardan yoksun, harap ve bitap düşmüş bir durumdaydı. Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan iki dar kapsamlı savaşın -Kore ve Kıbrıs- dışında büyük kayıplara neden olacak klasik bir savaşa girilmemesi, bu dönemde halkın nefes almasına ve buna paralel olarak nüfusunun artmasına neden oldu. İlk sayımın yapıldığı 1927’de ülke nüfusu 13,6 milyonun biraz üzerinde iken 1950’de 20, 1955’te ise 24 milyonu buldu. Özellikle 1950 seçimlerinde işbaşına gelen Demokrat Parti döneminde ciddi bir iktisadi kalkınma yaşandı. 1950’de Türk halkının dörtte biri kırsal kesimde yaşamaktaydı. DP’nin gerçekleştirdiği kırsal alana yoğunlaşan yol, su ve elektirik yatırımları, zirai krediler ve on binlerce traktörün ziraate kazandırılması gibi projelerle gerçekleştirdiği kalkınma ve modernleşme hamlesi kısa sürede bu kesime daha önce alışık olmadığı bir refahı getirdi. Buna parelel olarak, sanayi alanındaki kalkınma, köyden şehre göç dalgasını hızlandırdı. Şehirlerde kırsal kesimden gelenlerin giderek artmasının elitler nezdinde ortaya çıkardığı gerilimi en veciz şekilde ifade eden, tek parti döneminin İstanbul Valisi F. Kerim Gökay’dı: “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor.” O sıralarda karnını kaşıyan adam ve çobanlara “halk”, aydınlanmış şehirlilere ise “vatandaş” deniyordu.
Bu vatandaş ve halk, bir başka deyişle beyaz ve siyah Türkler arasındaki gerilim, ilerleyen yıllarda da sürdü. 1960’ta vatandaşlar bu durumun daha fazla devam edemeyeceğini düşünerek duruma el koydular ve halkın başbakanını ve iki bakanını idam ettiler. Televizyonun olmadığı bir dönemde darağacındaki başbakanın, bir başka deyişle darağacındaki halk iradesinin, fotoğrafları gazetelerde bastırılarak devletin asıl sahibinin vatandaş olduğu ayan beyan ortaya konuldu. Devletin bir sahibi vardı ve sıradan halk sadece onun tarafından yönetilebilirdi. Tersini yapmaya heveslenenlere sürekli Menderes’in idam görüntüleri hatırlatıldı.
Ancak bu çabalara karşı halk, sandığın tekrar önüne konulduğu her defasında kendi değerlerine saygılı liderleri seçmekte tereddüt etmedi. Bu denemeler seçkinlerin nezdinde demokrasinin “mantıksız” Türk toplumu için lüzumsuz ve hatta zararlı bir lüks olduğu yargısını pekiştirdi. İktidara demokrasi dışı yöntemlerle el koymalar, Türk siyasetinin normali haline geldi. Halk, iradesinin vatandaş tarafından çalınmasına karşı tepkisinde ise sabırlıydı; bu tepki sandığın tekrar önlerine konacağı günü beklemekten ibaret oldu.
Bu çatışma demokrasi-müdahale-demokrasi tarzında süregelirken, dışarıdan Türkiye’ye bakanlar ülke içinde laik elitlerin kontrolünde bir modernleşme süreci yaşandığını, bunun demokratik olmamasının Türkiye’ye özgü şartlar itibarıyla normal olduğunu düşündüler. Yani Türkiye modernleşecekse bunu yukarıdan müdahalesiz yapamazdı. Doğu halklarının eğitilmesi sadece dışarıdan müdahale ile mümkün olabilecekti. Zaten Marks da Hindistan’ın İngiltere tarafından sömürgeleştirilmesini bu ülkenin ilerlemesi için bir nimet olarak görmemiş miydi? Halk temsil ettiği gelenekler ve dinî değerler açısından gelişmenin önünde bir engel olarak görülüyordu. Bu nedenle ya Batı tarafından doğrudan sömürgeleştirilerek ya da yerli Batıcılar tarafından eğitilerek çağdaşlaştırılabilirdi. Batı bilhassa bir İslam ülkesi olması hasebiyle, Türkiye’de yaşananları bu çerçevede gördü ve demokrasi dışı güçlere itibar etti.
Türkiye’de bugün yaşanan kriz, Türk siyasi tarihinin istisnai bir parçası değil; çok bildik bir hikayenin sadece devamı. Ancak bugünün Türkiye’sini 1960’lı ve hatta 1980’li yıllarla mukayese etmek son derece zor. Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte ivme kazanan dünyanın küçülmesi süreci, Türk siyasi ortamını da etkiledi. Küreselleşme süreci, merkezî devletin halk üzerindeki tahakkümünü etkin bir şekilde icra edebilmesinin önüne geçecek bir dizi yenilikler getirdi. En büyük yenilik ise kuşkusuz merkez tanımını değiştirmesiydi. Artık taşralı halk merkeze uğramadan zenginleşebiliyor, uluslararası eğitim imkanlarından faydalanıyor ve bilgi donanımını geliştirebiliyordu.
Buna paralel olarak ulus-devletin içindeki merkezler artık merkez olmaktan çıkarak adeta taşralaşıyordu. Küresel anlamda bu süreç sayesinde bugün Şanghay ya da Bombay, Londra’dan ya da Paris’ten daha fazla dünya ekonomisinin nabzının attığı merkezler haline geldi. Bu sürecin Türkiye’yi de içine çekmesinin kaçınılmaz olduğunu idrak etmiş olan Turgut Özal’ın kazandırdığı büyük ivmeyle Anadolu halkı, esnafıyla, öğrencisiyle dünyayı yeniden keşfediyor, kendinden emin bir atılımcı ruhla dışarıya doğru hamle yapmaya başlıyordu. Artık Türkiye’nin yeni modernleşme sürecinin temsilcileri derin devletin seçkinleri değil, derin sivil toplumun temsilcileriydi. Yaşanan bu sürece seçkinlerin verdiği refleks ise, adeta tehlikeyi fark etmiş ürkek bir tavuk gibi yumurtaları üzerine daha fazla kapanmak oldu. Kısacası küreselleşen bir dünyada Türkiye’nin merkezindeki seçkinlerin ideolojik ve maddi imtiyazlarını kaybetme korkuları daha da arttı.
Küreselleşme sürecinde yeniden tanımlanması gereken yanlarına rağmen merkez-çevre ilişkileri modeli, yine de bugünkü siyasi krizi anlamamızı kolaylaştıracak en uygun şablonu sunuyor. Türk siyasi tarihine dair araştırmalarda merkez-çevre modelinin marka ismi olan Mardin’in neden kendi teorisini bırakarak “mahalle baskısı”na geçtiği sorusuna en iyi cevabı ise herhalde yine kendisi verebilir.
Paylaş
Tavsiye Et