Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
İlkbahar deyişleri
İhsan Fazlıoğlu
• BÜ­YÜK si­ya­set, do­ğa­sı ge­re­ği fark­lı çal­gı­lar ça­lan bir or­kes­tra­yı uyum (ahenk) üze­re yö­net­me işi­dir. Şef’in ahen­gi sür­dür­mek için sal­la­dı­ğı so­pa, bil­gi-so­pa­sı­dır. Vur­ma­lı, yay­lı ve üf­le­me­li çal­gı­lar ile kom­po­zis­yon hak­kın­da ku­şa­tı­cı bil­gi­si bu­lun­ma­yan şef, or­kes­tra­yı sa­de­leş­ti­rir. Ör­nek ola­rak, da­vul ça­lan ki­şi­le­rin oluş­tur­du­ğu bir öbe­ğe (gru­ba) or­kes­tra den­mez; da­vul­cu­lar de­ni­lir. Sa­de­leş­tir­me, tek-bi­çim­leş­tir­me an­la­mı­na gel­di­ği oran­da, or­kes­tra fark­lı ses­le­rin ya­rat­tı­ğı bir ahenk, bir­lik de­ğil; bir tür ens­trü­man ça­lan tek­dü­ze ba­sit bir mü­zik­tir. Bu ben­zet­me, Tür­ki­ye’nin ya­kın dö­nem ta­ri­hi­nin tem­sil de­ğe­ri yük­sek bir ifa­de­si­dir. İt­ti­had, 1908’den bu ya­na bir bir­lik ya­rat­ma de­ğil, ba­sit­leş­tir­me­nin adı­dır: Ön­ce Bal­kan­lar, son­ra Arap­lar, son­ra Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı, son­ra, son­ra… Git­tik­çe bö­len, ay­rış­tı­ran, tek-bi­çim­leş­ti­ren… Bil­gi se­vi­ye­si düş­tük­çe, kim sal­lar­sa sal­la­sın bil­gi-so­pa­sı­nın iş­le­vi azal­mış; or­kestra­nın ye­ri­ni ya da­vul­cu­lar ya zur­na­cı­lar al­mış­tır. Bu du­ru­mun en gü­zel ör­ne­ği is­ter si­ya­sî, is­ter ik­ti­sa­dî, is­ter di­nî her­han­gi bir ko­nu­da ile­ri sü­rü­len dü­şün­ce­ler­de aka­de­mis­yen ile si­ya­set­çi, as­ker ile ay­dın ara­sın­da bir se­vi­ye far­kı kal­ma­ma­sı­dır. Tek-bi­çim­li dü­şün­mek, ça­re­siz­li­ğin bir ifa­de­si­dir, ya­ni bil­gi­siz­li­ğin… Çok-de­ğiş­ken­li dü­şün­mek, fark­la­rı öne çı­kart­mak, şe­fin sal­la­dı­ğı bil­gi-so­pa­sı­nın işa­ret et­ti­ği kül­tü­rün aş­kın ama­cı­na uy­gun bir bir­li­ğin ifa­de­si­dir. Te­rak­ki’ye ge­lin­ce, zih­ni­yet de­rin­li­ği ba­kı­mın­dan geç­mi­şin­den ge­ri ka­lan bir kül­tü­rün avun­tu­sun­dan baş­ka bir şey de­ğil­dir: Yı­kı­cı, bö­lü­cü, yad­sı­yı­cı, ta­ri­he ve in­sa­na say­gı­sız.
• Yal­nız­ca si­ya­sî, ik­ti­sa­dî ve di­nî ör­güt­len­me­le­ri­ni ahenk­li ha­le ge­ti­re­bil­miş top­lum­lar, uzun so­luk­lu ya­şa­ya­bi­lir­ler. Bu ahen­gi ba­şa­ra­ma­yan top­lum­lar ken­di iç­le­rin­de ön­ce ku­tup­la­şır son­ra da ça­tı­şır­lar.
• Bir ku­şa­ğın içe­ri­sin­de ya­şa­dı­ğı so­run­lar için ge­liş­ti­ri­len çö­züm­ler bir son­ra­ki ku­şak için il­ke­ler ha­li­ni alır. Son­ra­ki ku­şak, ye­ni kar­şı­la­şı­lan so­run­la­rı çöz­mek için yal­nız­ca ye­ni çö­züm­ler üret­mek­le de­ğil, bir ön­ce­ki ku­şa­ğın il­ke­ler ha­li­ni al­mış çö­züm­le­riy­le de uğ­raş­mak zo­run­da ka­lır. Çün­kü bir ön­ce­ki çö­züm­ler, o çö­züm­ler üze­rin­den top­lu­mun üret­ti­ği ar­tı-de­ğe­ri kon­trol eden sı­nıf­lar ya­ra­tır; her sı­nıf iş­lev­siz kal­sa da hâ­ki­mi­ye­ti­ni meş­ru­laş­tı­ran il­ke­le­ri, çö­züm ol­duk­la­rın­dan de­ğil, kim­lik ha­li­ne gel­dik­le­rin­den ıs­rar­la sa­vun­ma­ya de­vam eder.
• Hem bir bi­rey hem de bir tür ola­rak “in­san”ı mer­ke­ze al­ma­yan si­ya­sî, ik­ti­sa­dî ya da di­nî hiç­bir sis­tem ada­le­ti sağ­la­ya­maz; ada­let sağ­la­na­ma­yan ye­re de ba­rış uğ­ra­maz. Gü­nü­müz­de ada­let ve ba­rış kav­ram­la­rı çer­çe­ve­sin­de di­le ge­ti­ri­len tüm söy­lem­ler ya bir dev­le­tin ya bir sı­nı­fın ya da ide­olo­jik bir öbe­ğin çı­kar­la­rı et­ra­fın­da şe­kil­len­mek­te­dir; bu ne­den­le var­lık­la­rı baş­ka­la­rı­nın yok­lu­ğu üze­rin­den kur­gu­lan­mış­tır. Ken­di var­lı­ğı­nı baş­ka­sı­nın yok­lu­ğu üze­rin­den kur­gu­la­yan her tür­lü sis­tem yı­kı­cı ol­mak zo­run­da­dır.
• Ben­lik sa­hi­bi her dü­şü­nür şu­nu ka­bul et­mek zo­run­da­dır: Ya­zıy­la ka­yıt­lı in­san­lık ta­ri­hin­de in­sa­nî-du­rum iyi­ye de­ğil kö­tü­ye git­mek­te­dir. XXI. yüz­yıl, ba­zı-in­san­lar için da­ha iyi­dir; in­san­lık için de­ğil! Bu ger­çe­ği gör­mek­si­zin fark­lı kül­tür­le­re men­sup ay­dın­la­rın in­san­lık üze­ri­ne ede­bi­ya­tı, ba­zı-in­san­la­rın sa­hip bu­lun­du­ğu ni­met­ler­den en azın­dan psi­ko­lo­jik açı­dan ya­rar­lan­ma­la­rıy­la il­gi­li­dir. Söz üze­rin­den ku­ru­lan ai­di­yet, ki­şi­le­ri ra­hat­lat­mak­ta, da­ha yük­sek ka­bul edi­len bir kül­tü­re men­su­bi­yet duy­mak vic­dan­la­rı tat­min et­mek­te­dir. Çün­kü hiç kim­se en ni­ha­ye­tin­de “Be­yaz”lar kar­şı­sın­da “Kı­zıl­de­ri­li”le­ri tut­maz; za­yıf­la­ra lâ­yık gö­rü­len yal­nız­ca acı­ma­dır. Türk ay­dı­nı­nın Ba­tı ta­raf­tar­lı­ğı, so­ru­nu id­rak et­ti­ği için de­ğil, hem so­run­dan kaç­mak hem de ken­di­si­ne acı­yan Ba­tı­lı ay­dı­nın tav­rı­nı ken­di hal­kı­na yan­sı­ta­rak yu­ka­rı­ya doğ­ru ezi­len vic­da­nı­nı aşa­ğı­ya doğ­ru tat­min et­mek için­dir.
• Fran­sız­lar, Ku­zey Af­ri­ka’da sö­mür­ge yö­ne­tim­le­ri­ne kar­şı ta­kı­nı­lan üç tav­ra kar­şı üç ay­rı yön­tem ge­liş­tir­miş­ler­dir: Ken­di­le­ri­ne kar­şı şid­det gös­te­ren öbek­le­ri giz­li­ce des­tek­leş­miş­ler­dir; böy­le­ce yap­mak is­te­dik­le­ri ope­ras­yon­la­rı meş­ru­laş­tı­ra­cak araç­la­rı el al­tın­da tut­muş­lar­dır. Öte yan­dan şid­det, sert ta­vır, hâ­kim gü­cün top­lum üze­rin­de­ki iş­lev­le­ri­ni yü­rü­te­cek ger­gin or­ta­mı can­lı tu­ta­ca­ğın­dan, kor­ku­tu­cu bir öğe ola­rak sü­rek­li işe ya­rar. Ken­di­le­ri­ne kar­şı ka­pa­lı ta­vır ser­gi­le­yen, ki­lit­le­yen, çe­şit­li sı­fat­lar­la red­de­di­ci bir du­ruş ser­gi­le­yen öbek­le­ri de yi­ne ko­ru­ma­ya al­mış­lar­dır. Çün­kü bu tür öbek­le­ri, top­lum­da­ki kök­ten­ci ki­şi­le­rin top­lan­dı­ğı bir göl, hat­ta ba­tak­lık gi­bi dü­şün­müş­ler­dir. Göl­le­rin en azın­dan iki iş­le­vi var­dır: Bi­rin­ci­si top­la­nan in­san­la­rın da­ha ra­hat kon­tro­lü­nü sağ­lar­lar; ikin­ci­si de iş­gal­ci gü­ce kar­şı bi­ri­ken şid­det duy­gu­la­rı­nı tat­min, hat­ta re­ha­bi­li­te eder­ler. Her ha­lü­kâr­da göl, akı­cı ol­ma­dı­ğın­dan, ta­ze­len­me­di­ğin­den, za­man­la ken­di ken­di­ne ku­rur. Üçün­cü öbek ise Fran­sız­la­rın ta­ham­mül ede­me­di­ği, bu ne­den­le de yok et­me­ye ça­lış­tı­ğı öbek­tir. Bu öbe­ğin te­mel yak­la­şı­mı, kar­şı­da­ki­ni bil­mek, ta­nı­mak, sa­hip ol­duk­la­rı araç­lar­la do­nan­mak, men­sup­la­rı­nın top­lum­sal du­rum­la­rı­nı (sta­tü­le­ri­ni) yük­selt­mek, di­re­ni­şi za­ma­na yay­mak, vb. bi­çi­min­de özet­le­ne­bi­lir. Hâ­kim güç ken­di­ni red­de­den ya da kar­şı-du­ran ki­şi­den kork­maz; ken­di­si­ni ta­nı­yan­dan, ken­di­siy­le ay­nı do­na­nı­ma sa­hip ol­ma­ya ça­lı­şan­dan kor­kar. Bir top­lum­da ki­şi­le­rin ko­num de­ği­şik­li­ği­ne yol aça­cak bil­gi­len­me ve do­na­nım sü­reç­le­ri her za­man ür­kü­tü­cü ol­muş­tur. Yok­sa ken­di­le­ri­ni top­lum­dan so­yut­la­yan dü­şün­ce ve dav­ra­nış­la­ra sa­hip öbek­ler top­lum­sal gü­cü kon­trol eden ve yön­len­di­ren hâ­kim odak­lar­ca her za­man el al­tın­dan des­tek­le­nir­ler. Otu­rup kalk­ma­sı­nı, ko­nuş­ma­sı­nı ve dav­ran­ma­sı­nı bi­len ki­şi­ler, mu­ha­tap alın­mak is­ter­ler; bil­me­yen­le­re emir et­mek, ol­maz ise ba­ğır­mak ye­ter­li­dir.
• Ne sa­rık, ne fes, ne şap­ka… Eşek­lik ba­ki kal­dı­ğı sü­re­ce se­me­rin bir an­la­mı yok! Akıl-özür­lü top­lum­lar, se­mer­le­ri ne olur­sa ol­sun, akıl­lı top­lum­la­rın eşe­ği ol­ma­ya mah­kûm­dur­lar.
• Ne bi­lim, ne din, ne fel­se­fe, ne de sa­nat… Hiç­bi­ri on­la­rı üre­ten ya da id­rak eden dü­şün­ce­ye ta­kad­düm et­mez, ede­mez. Dü­şün­ce­nin ye­ri­ne ko­nu­lan her­han­gi bir ürün öte­ki­ler aley­hi­ne yad­sı­yı­cı hat­ta yı­kı­cı olur. Bi­li­min de, di­nin de, fel­se­fe­nin de, sa­na­tın da öl­çü­sü ve sı­nı­rı in­san­dır; in­sa­nın te­kil­li­ği­ne ve tür­lü­ğü­ne za­rar ve­ren bir ürün, öte­ki­ler ara­cı­lı­ğıy­la sı­nır­lan­dı­rıl­ma­lı, kon­trol al­tın­da tu­tul­ma­lı­dır. İn­sa­nı hem bi­rey hem de tür ola­rak yok eden, sa­kat­la­yan her­han­gi bir şey, ne olur­sa ol­sun, in­san adı­na ve in­san için sa­vu­nu­la­maz.

Paylaş Tavsiye Et