KUDÜS’TE yaşarken iki seçeneğiniz var: Ya Yahudi’sinizdir ya da antisemit. Her iki durumun da kimin lehine olduğu ortada olduğundan, hissettiğiniz ümitsizlik, oradaki toplumla kurduğunuz empatiyi güçlendirebilir. Yahudiler binlerce yıllık geçmişleri haline getirilen “ötekiliği” belli çıkarlar uğruna kabul etmeselerdi, netice onlar açısından bu kadar parlak olur muydu bilinmez. Buradaki Yahudilere, içine doğdukları din ve kimlik oluşumu süreci düşünüldüğünde, insani duygularla masumiyet atfedilmesi olağan. Dahası ideolojik algılayışın dışına çıkmak ve sağduyuyu harekete geçirmek için zorunlu. Bu gerçeği teslim ettikten sonra hareket edilecek nokta ise günlük politikalardan ötesi değil. Aksi takdirde suçluları ve masumları aynı kefeye koyup bitmez bir kaderciliğe teslim olabilir, daha kötüsü bu içsel akıntıyla politikanın/hayatın dışına akabiliriz. Son derece modern ve estetik binaların yanında delik deşik edilmiş yüzüyle Kudüs şehri alelacele silinmeye çalışılan tarihin mücadelesini yansıtıyor. Kazı faaliyetlerinin kapladığı devasa alan, yerin altından medet umanların şehri kendilerine ait kılma çabasını gösteriyor. Sıradan bir sokak arasında birkaç metrelik bir alanın çevrilmiş ve üzerine Yahudilerin bu topraklardaki tarihine dair bir ibare yapıştırılmış olduğunu görebilirsiniz. Sabah namazını kılmak için Mescid-i Aksa’ya gelen bir tarih öğretmenine göre Mescid’in altı tamamen kazılmış durumda. Yahudiler kendileri için kutsal sayılan Süleyman Mabedi’ni, başkalarının mabedini yıkmak pahasına bulmaya çalışıyorlar. Dünyanın gözü önünde yaptıkları zulmü belli ki bir gün ödemenin korkusuyla ulaşılmaz-dokunulmaz-girilmez bir “mabet şehir” inşa etme peşindeler. Yahudi tarihinin yükseliş ve düşüş hikayelerinden oluştuğunu söyleyen Yahudi düşünürlere kulak verirsek, gelecekteki düşüş ihtimalinden besleniyor olabilirler. Tarih öğretmenine göre de, “bir gün buradan gitmek zorunda kalacaklarını biliyorlar”. Bir tarafın dillendirdiği, diğer tarafın örtbas ettiği bu örtük kabulleniş iki taraf için de mevzilenmeyi zorunlu kılıyor. Yahudi olanlar huzursuzluğun kaynağını Müslümanlarda, Müslüman olanlar ise Yahudi işgalinde görüyor. Sokaktaki insanlarla, esnafla ve taksicilerle konuştuğunuzda başta kimliklerini saklamayı tercih ediyorlar. Büyük bir güvensizlik ve korku atmosferi hâkim. Çocuk yaştaki Yahudilerin boyunlarında asılı silahlar burada herkesin asker olduğunu gösteriyor.
Televizyon kameralarının ve hiçbir fotoğraf karesinin yakalayamadığı militarizm boyutunu kutsal mabetlerin gölgesi altında yaşamak, evrensel barışı değil de acıyı düşündürüyor. Müslümanlar, Yahudiler, Ermeniler ve Hıristiyanların iç içe yaşadığı Kudüs’te renkliliğin üstü kavga ve kinle örtülmüş. En büyük hata kendilerini hiçbir olumsuz durumun sorumlusu olarak görmemeleri belki de. Yahudiler antisemitizmden aldıkları güç ile topluma uzak, büyük güçlere (tarihî tecrübenin ışığında) yakın olmayı tercih ediyorlar. Tarih öğretmeni söze Osmanlı’nın adaleti ile devam ediyor. “Öğrencilerimize gerçek tarihi, Abdülhamid Han ve onun adaletini anlatıyoruz” diyor. Abdülhamid’in “Filistin’i vermek yerine vücudumun bir parçasını vermeyi tercih ederim” demesi gönüllerde iz bırakmış. Tarih burada durmuş, geleceğe duyulan güvensizlik geçmişe duyulan özlemi büyütmüş.
1948 yılından beri Yahudi göçü alan şehirde, o yıllarda Yahudiler %5 oranındayken şu an şehrin yarısından fazlasını oluşturuyorlar. “Büyükleri”ne verdikleri sözün aksine şehrin dört bir tarafı yeni yerleşim birimleriyle örülmüş. Sokakta dolaşan insanların görünüşünden hâkim kültüre kadar seküler vaatleri yerle bir eden ve Batılı ilerlemeyi durduran bir ütopya şehir, üstü açık koca bir Musevi tapınağı inşa etme peşindeler. Dindar Yahudilerin şehre vermek istedikleri renk, üç semavi dinin merkezi hüviyetini örtüyor. Eski şehrin içindeki Ermeni bölgesinde duvarda gördüğüm soykırım haritası yan dükkanın sahibi Adanalı bir Ermeni ile tanışmama vesile oldu. Adana hakkında, Türkiye hakkında, dükkandaki şapkalar hakkında, ataları ve çocukları hakkında sohbet ederken duvardaki haritadan hiç söz açmadık. Sessiz bir “anlayış” oluştu aramızda. Bu harita bu duvara yakışmıştı, din kavgalarının masumiyet adına yapıldığı bir din şehri ne de olsa burası!..
Müslüman bölgesindeki el-Halil şehrine varmak için 600 kilometrelik sınır duvardan geçmek gerekiyor. Her biri birkaç metre genişliğinde ve 3000 dolar değerindeki yüksek bloklardan oluşan duvarın Müslüman tarafındaki bir duvar yazısı, direnmek ve yaşamak arasındaki zorunlu ilişkiyi, bu toprakların kaderini anlatıyor: “To exist is to resist”… Rastgele ayrılmış sınır, komşu belki de kardeş iki evi birbirinden ayırabiliyor. Ekonomik durumu iyi Müslüman aileler var bu bölgede. Sadece 5000 Yahudi olmasına rağmen 5000’den fazla İsrail askeri onları korumak için görevli. Sıradan vatandaşın akıl almaz militarizmini gösteren en iyi fotoğraflardan biri, tüfeğini pencereden çıkarmış bekleyen bir Yahudi vatandaşıydı!.. el-Halil bölgesindeki Hz. İbrahim Camii 1994 yılında 67 kişinin ölümüne neden olan kanlı bir saldırıya uğramış. Burası da hem Yahudiler hem Müslümanlar için kutsal bir mekan. Caminin bitişiğindeki sinagog katliamdan sonra kapalı kaldığı 8 ay boyunca bir hayli büyütülmüş.
Eymen birkaç sene önce 23 yaşındayken Cuma namazı çıkışı İsrailliler tarafından öldürülmüş. Nişanlısını erkek kardeşiyle evlendirmişler. Bir yıl sonra aynı gün küçük Eymen dünyaya gelmiş. Şehit Eymen’in abisinin yüzündeki tevekkül, sözlerine de yansıyor: “Veren de Allah, alan da”. Filistinli Müslümanlar bu davanın bitmeyeceğini biliyorlar; acıya, zulme ve hatta hayata sonsuz bir teslimiyetle bağlılar. Ne kadar zor koşullarda yaşadıklarını değil de mücadelelerini anlatmayı tercih ediyorlar. Kısaca İsrail askerlerinin süngüleri altında yaşamaya haksızca mahkum edilen Filistinlilerin tüm dünyaya verdikleri cevap, hayatın gelip geçiciliğini es geçmeden onurları adına verdikleri mücadeleyi tevekküle dönüştürmek olmuş.
Mescid-i Aksa’nın kapılarında İsrail askerleri bekliyor; oradan sorgulanmadan geçemiyorsunuz. 45 yaşından küçük Araplar çoğu zaman giremiyor. Arada sırada kapılar kilitlenebiliyor. “Vaat edilmiş topraklar”ın içinde kalan Mescid’e verdikleri kontrollü ziyaret hakkı, belli ki savaşlarında haksız konuma düşmemek için. Aslında adalet gibi bir dertleri yok. Ellerindeki tek ama çok güçlü silahları antisemitizm ile kurguladıkları adalet anlayışlarını dünyaya yutturmaya çalışıyorlar. Türkiye’deki laikliğin somut veçheleri üzerinde söz birliği etme hususunda havanda su dövmek misali uğraşıp didinirken dünyadaki örneklere mekansal mesafeyi kısaltmak ufuk açıcı olabiliyor. Laikliğin medeniyetin zorunlu sonucu ve garantisi olduğu yolundaki Batılı yalandan hareketle formatlanmış zihinler, İsrail dendiğinde susuyor. “Laiklik ve medenileşme ideali”: Bu yalan hikaye, ilk günkü şiddetiyle süren din savaşlarına rağmen anlatılmaya devam ediliyor.
Paylaş
Tavsiye Et