İNSANLIK tarihi kadar eski bir geçmişe sahip olan şiddete başvurma edimi, daima haklılaştırılmaya muhtaç olmuştur. Sokaktaki şiddetin tırmanışını haklılaştırmak için çoğu zaman gerçek anlamda ırkçı bir ideolojinin geliştirilmesi gerekir. Amerikan şiddetinin meşrulaştırılması için nasıl düşman ‘besbelli’ kılınmışsa, siyasi suikastların da ideolojik arka planının toplumsal düzeyde daima yankılandığını görürüz. Hangisinin önce geldiği ise, strateji belirlemek ile eyleme geçmek arasındaki zamanın göreceliliğine bağlıdır. Zaman zaman bize düşen ise Faustvari “başlangıçta eylem vardı” sözünün gücüne tanık olmak olur.
Eşit olmayanlar arasındaki savaş, terörü tek yol olarak görmenin önemli nedenlerinden biri olmuştur. Eski Hint terörist felsefesine göre, yabancıların öldürülmesi günah değil ‘jagna’ yani kurban etme töreniydi. İngilizlere duydukları öfkeden dolayı “bir halkın zorbadan aldığı öç”ten daha kutsal bir şey olamaz diye düşünüyorlardı. Gandhi’nin sevgi felsefesine ise ancak saygı duyabilirlerdi. Terörün iğrenç bir şey olduğunu zaten kabul ediyorlardı; ama daha iğrenç olanı şiddete boyun eğmekti. Sartre’ın öğretisi de pek çok devrimci ideoloji tarafından benimsenmiştir. Öğretisinin temelinde terör vardır. Çünkü terör, siyasi örgütün en önemli biçimi olan devletin tek yapılandırıcı öğesidir. Terörü toplumsal hijyen meselesi olarak gören Mussolini’ye göre, bakterinin vücuttan atılması gibi, zararlı bireylerin de toplumdan çıkartılıp atılması gereklidir. Lenin’e göre ise, yararlı bir biçimde kullanılabilecek, savaşın belirli anlarında zorunlu bile olabilecek askerî bir harekat biçimidir terör. Ne modern ne de post-modern dönemin siyaset felsefesi, zor kullanmayı ve silahlı mücadeleyi ret temeli üzerine yapılandırılmıştır. Nihilist filozofları dışarıda tutarsak, hemen hepsi için, şiddet ediminin arkasında ideal bir dünya tasavvuru vardır. Kamusal erdemi sağlamak, terörü kaçınılmaz gösteren önemli bir nedendir. Bu düşüncelerin ayrıntılarına dalarken çoğumuz için içinden çıkılmaz gibi görünen, terörist düşüncenin esin kaynağını bulma çabasındaki zorbalık ve hakkaniyet kavramlarının aynı anda karşımıza çıkmasıdır.
Terörizm konusundaki bu kavram kargaşası, üretilen söylemi de en az terörizm kadar sorunlu kılar. Zorbalık ve hakkaniyeti aynı anda düşünebilme, birinin terörist dediğine diğerinin özgürlük savaşçısı demesine benzer. Doğu-Batı ayrımı ekseninde düşündüğümüzde, kimi uzmanlar terörün Batı’yı hedef aldığından hareket ederler ve Batı’nın uyguladığı terörü sadece misilleme olarak görürler. Diğerleri ise terörün ABD kaynaklı olduğundan hareket ederek Batı’yı şeytanlaştırırlar. Böylece terörizmle meşru direniş arasındaki belirsiz sınır, çoğu zaman misilleme kavramını yararlı bir ideolojik savaş aracına dönüştürür. İster kişiler tarafından ister devlet tarafından gerçekleştirilsin insan olarak görmeme ya da şeytanlaştırma, şiddeti, uygulayanın gözünden meşrulaştırır. Herhangi spesifik bir şiddet eylemine ilişkin yerel analizlerin -psikolojik ve sosyolojik koşulların- önemini teslim etmekle birlikte, şiddetin siyasi bir türü olan terörün küresel bir olgu olduğu gerçeği sıklıkla tekrarlanmalıdır. Diğer bir ifadeyle, şiddetin rastlantısal bulunması terörün sıradanlaşmasına ilişkin hiçbir ipucu vermezken, şiddet aracılığıyla kurulan iktidara ilişkin analizler son yılların siyasi tablosuna uygun görünmektedir.
Siyaset bilimi analizlerinde sıkça tekrarlandığı gibi, Soğuk Savaş döneminin dolaylı sonuçlarından biri olan terör durumunun sıradanlaşmasının en önemli nedenlerinden biri, bürokrasinin görünmeyen ve hesap sorulamayan kesiminin büyük bir dayanıklılığa kavuşmuş ve yeni bir normallik durumu doğurmuş olmasıdır. Bu bürokratik ortam içinde seçilmiş liderler de bir tür edilgenlik durumuna düşerler. Gizli operasyonlar böylece anlam kazanır. Sınırsız ya da gayri ahlaki şiddet politikalarını örtbas etmek, savaş olmadığı halde sürekli savaşa hazırlık durumu, toplumu tehdit altında olduğuna inandırmak, devletleşmiş bir bürokrasinin olağan bir hükümet biçimi haline gelmesi iktidarın rızaya değil korkutmaya, yıldırmaya kısaca şiddete dayandığına işaret eder. H. Arendth Şiddet Üzerine adlı kitabında, şiddetin iktidarın en çok göze batan dışavurumu gibi görünmesine rağmen, birinin mutlak hakimiyetini kurduğu yerde diğerinin barınamayacağından söz eder. Gerçekten de şiddetin şahlandığı yerde iktidarın zayıfladığı ve güce dayandığı, şiddetin olmadığı yönetimlerde ise iktidarın gerçekten muktedir olma anlamında rızaya dayalı olduğunu düşünmek daha olasıdır. Daha vahim olanı, şiddet kullanımının iktidarı tahrip etme olasılığıdır. Bu durum iktidar açısından telafisi imkansız bir hal alabilir ve şiddet tüm kontrolü elinde tutmaya başlayabilir. Hukuka ve ahlaka yani rızaya boş vermişlik otomatik olarak kaba kuvvete dayalı koşulları doğurur. Bu koşullarda, küçük bir ülkenin ya da bir insan topluluğunun çılgınlık düzeyi ya da elindeki yıkım kapasitesi, güvencesi olabilir. Yıkım araçlarına sahip olmak ya da şiddet kullanma çılgınlığında olmak, her ne kadar teoride kötü olarak gösterilse de, rakibine yönelik olası bir saldırıya karşı caydırıcılık gücü taşıdığından tercih edilir bir durum olmaması için hiçbir ‘rasyonel’ neden yoktur.
Son zamanlarda yaşanan küresel ya da yerel düzeydeki şiddet eylemlerinin ‘terörist’ ya da ‘düşman’ yaftalı taraflarının bu misyonu diğerlerinden ayrılır biçimde nasıl elde ettikleri sorusu çok farklı açılardan irdelenebilir. Önemli olan bunu yaparken zemini kaypaklaştırıp üzerine söz söylenemez bir hale sokmamaktır. Bugün dünyanın birçok bölgesinin birbirleri ile ilişkilerinin ‘terörize’ hali, Türkiye özelinde yaşanan şiddete dayalı ifade biçimlerine uygun bir zemin oluşturuyor. Zeminin ve üzerinde yer alan figürlerin aynı temaya sahip olması, zaman zaman aktörlerin nerede ve hangi bağlamda yer aldıkları konusunda ciddi bir kafa karışıklığına neden olabiliyor. Böylece küresel ve yerel düzeydeki şiddete dayalı eylem biçimleri arasındaki etki-tepki ya da neden-sonuç ilişkisi daha da karmaşık bir hal alıyor. İlk adım, tüm tarafları şiddet ve terörün çağdaş dünyanın ortak paydası haline getirildiğinin bilincine varmaya çağırmak olmalıdır. İkinci adım ise, sözde “daha adaletli bir dünya” için kullanılan şiddetin diğerlerinden sadece daha güçlü olduğunun farkına vararak, şiddetsiz bir dünya bilinciyle, mücadele yöntemi olarak şiddetin tümüyle dışlanması adına eylemde bulunmaktır. Rızaya dayalı iktidarın ya da gönül kültürünün, adı her ne olursa olsun, imkanları daha yüksek sesle dillendirilmelidir. Zira şiddet çığlıkları altında boğulma tehlikesi her geçen gün artıyor. Politika ile gerçeklik arasındaki ilişkinin daha adil ve yaşanabilir bir dünya adına daha doğru algılanmasına ihtiyaç vardır.
Paylaş
Tavsiye Et