ANAYASA Mahkemesi demokratik siyasal hayata doğrudan etkide bulunan kararlarıyla gündemdeki yerini koruyor. Kararların gerekçeleri ile demokratik hukuk devletinin evrensel ilkeleri arasındaki çelişkilerin, Mahkeme’nin yapısının ve üyelerinin göreve geliş koşullarının hep tartışıldığı bir ortamda, projektörleri Mahkeme’yi ortaya çıkaran tarihsel arka plan ve ona yüklenen işleve çevirmek gerekiyor. Tek parti döneminde siyasi iktidarı elinde bulunduran CHP, 27 yıl boyunca ülkeyi hukuk devleti, demokrasi ve demokratik seçimler gibi değerlere atıfta bulunmaksızın yönetti; bu değerler doğrultusundaki anayasal değişikliklere ise ancak 1950 seçimlerinden sonra vurgu yapmaya başladı. İlginçtir, Anayasa Mahkemesi fikri de ilk defa 22 Haziran 1953’te toplanan CHP 10. Kurultayı’nda dile getirildi. Acaba neden?
Bu önerinin yapıldığı günlerde CHP açısından en önemli olay, 6195 sayılı “CHP’nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri” başlıklı kanundu. Bilindiği üzere tek parti döneminin hemen tamamında, ama özellikle de Recep Peker’in Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “parti devleti”, partisinin de bir “devlet partisi” olduğunuaçıkladığı 9 Mayıs 1935 tarihli 4. CHP Kurultayı’ndan sonra, parti örgütü ile devlet teşkilatının bütünleştirilmesi söz konusu oldu. Parti genel başkanının cumhurbaşkanı, genel başkan vekilinin başbakan, genel sekreterin içişleri bakanı, il başkanlarının vali, parti müfettişlerinin kamu kurumlarını denetleyebilen müfettişler olduğu bir dönemdi bu. Ve elbette parti-devlet bütünleşmesinin ürettiği sorunların üstünü örten bir dönem. İktidarı 1950’de CHP’den devralan DP, 1953’te, “parti-devlet bütünleşmesi” sürecinde CHP’nin sağladığı “haksız iktisaplar”ın iadesi için bu kanunu çıkardı. Bu kanun CHP’nin bütün mal varlığını değil, “nüfuz ve hâkimiyetine dayanan iktisaplar”ı içeriyordu.
Bilindiği gibi bu kanun, 27 Mayıs darbesinin nedenlerinden birisi olarak kabul edildi. Bu kanunun çıkmasından hemen sonra CHP, kanunların Anayasa’ya uygunluğunu denetleyen bir anayasa mahkemesine olan ihtiyacı, bir kurultay bildirgesi olarak kamuoyu ile paylaştı. Bu kanundan hemen sonra toplanan CHP’nin 10. Kurultayı’nda, Anayasa’da “hukuk devleti” ilkesine yer verilmesi, bir an önce iki meclisli bir sisteme geçilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin kurulması, seçim güvenliğinin sağlanması ve yargıç bağımsızlığının temin edilmesi gündeme getirildi. İktidarı boyunca yapılan tüm seçimlerde “açık oy-gizli sayım” uygulayan ve hukuksuz uygulamaları nedeniyle eleştirilen bir partinin, iktidarı kaybettikten sonra seçim güvenliğinden, demokratik devletten ve “hukuk devleti”nden bahsetmesi dikkat çekiciydi.
CHP, DP iktidarında benzer önerilerini daha sonraki yıllarda da tekrarladı. 27 Mayıs darbesinden önceki 12 Ocak 1959 tarihli son CHP Kurultayı’nda bu talepler “İlk Hedefler Beyannamesi” adıyla sıralandı. Ve yine ilginçtir, bu önerilerin tamamı Milli Birlik Komitesi’nin gölgesinde toplanan “Kurucu Meclis” adını taşıyan organın hazırladığı Anayasa metninde yer aldı.
Kısacası Anayasa Mahkemesi işte bu olağanüstü koşullarda, merkeziyetçi elit sınıfın ekonomik, siyasi, hukuki ve bürokratik ayrıcalıklarının kaybı üzerine ve ihtilal döneminin olağanüstü koşulları sonrasında anayasal geleneğimize dâhil oldu.
Haksız İktisap Kanunu yürürlüğe girdikten tam 12 yıl sonra, CHP kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. 1961 Anayasası’nın iptal davası açma süresi başlıklı 150. maddesi yasal düzenlemelerin Resmi Gazete’de ilanından sonra 90 gün içinde dava açılabileceği hükmüne yer verdiği halde, Anayasa Mahkemesi CHP’nin açtığı davayı kabul ederek kanunu iptal etti. Yani Mahkeme daha kurulduğu günlerde tartışmalı bir kararın altına imza attı, popüler deyimle “yetki gaspı”nda bulundu. Mahkeme kararlarıyla ilgili araştırmalar, bu tür “yetki gaspı” ve içinde yer aldığı sınıfın çıkarlarını koruma amaçlı zorlama kararlara çokça rastlandığını gösteriyor.
Anayasa Mahkemesi kararlarını sadece hukuki açıdan tartışmak açıklayıcı değil. Başta CHP olmak üzere, müesses nizamın savunucularının ısrarla “Anayasa Mahkemesi kararlarını tartışmayalım” demeleri bu sınıfsal arka plandan bağımsız ele alınmamalı. Böyle bakınca, söz konusu kararlar hukuki tartışmalardan çok ekonomi politiğin ilgi alanına girer; tabii bir de kara mizahın. Çünkü yakında gündeme gelmesi muhtemel, kafa karışıklığına yol açacağı kesin bazı sorulara CHP ve Kanadoğlu dışında doğru cevap verebilecek bir “hukuk otoritesi” yok. Nedir bu sorular?
1982 Anayasası’nın “Anayasa’nın değiştirilmesi” başlıklı 175. maddesine göre, anayasa değişiklikleri için iki yol öngörülüyor. Birincisi, TBMM’nin 367 ve üzerinde bir oyla değişikliği kabul etmesi, Cumhurbaşkanı’nın da bunu onaylaması ve yayımlanmak üzere Resmi Gazete’ye göndermesi. Anayasa’ya göre, bu yöntemle yapılacak değişiklikler sadece şekil açısından incelenebilirken, bilindiği gibi Mahkeme son kararında bu yetkisini esas açısından kullanacak kadar genişletti. İkincisi, TBMM’nin 330 ile 367 arasında kabul ettiği metinler için Cumhurbaşkanı’nın halkoyuna başvurması. İşte size, yeni bir sorun. Halkoyu ile kabul edilen bir Anayasa değişikliği için Yüksek Mahkeme’de iptal davası açmak mümkün müdür? Muhtemelen Kanadoğlu bu sorunun cevabını ve ona uygun gerekçesini şimdiden aramaya koyulmuştur.
Anayasamızda, Mahkeme’nin fahri danışmanı Kanadoğlu’nu yoracak ikinci bir eksiklik de şu. Farz edelim ki, halkoyuyla ya da parlamento kararıyla kabul edilmiş bir değişiklik için CHP dâhil hiç kimse Mahkeme’de dava açmadı. CHP “Biz bir siyasi partiyiz, bunun için de iptal davası açarsak kimsenin yüzüne bakamayız” deme erdemini gösterdi. Bu durumda ne olacak? Çünkü Anayasamıza göre, Mahkeme’nin herhangi bir değişikliği iptal edebilmesi için bu konuda başvuru yapılması zorunlu. Bu durumda Mahkeme, Anayasa dışına çıkarak bu davaya kendiliğinden bakabilecek mi? “Bu kadarı da olmaz” diyebiliyor musunuz? Mahkeme üyelerinin tamamını halkın seçeceği bir Anayasa değişikliği söz konusu oldu diyelim. Bunun da Anayasa’nın 2. maddesindeki demokratik devlet açısından reddedilmesi şaşırtıcı olur mu?
Sonuçta asıl mevzu hukuk değil; “çevre”den gelen iktidardan pay alma taleplerine siyasal alanda CHP’nin yaptığı gibi, bürokratik alanda da yüksek yargı organlarının ve yargı bürokrasisinin direnmesi. Aslında bu hukuksuz kararların halk tarafından da ciddiye alınmadığını görmek için köy kahvelerine, halk pazarlarına, parklara, bahçelere gidip insanlarımızı dinlemek yeterli.
İçinde bulunduğumuz günlerde ülkemiz demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri açısından karanlığın en zifiri olduğu anı yaşıyor. Kriz anı çözüm üretilmesi için en uygun dönemdir ve potansiyel bir şanstır. Bu şansın iyi kullanılmasını dilemekten başka çaremiz yok. TÜSİAD’ın önerdiği konvansiyon tartışmalarının yörüngesine girmek, bu şansı harcamak demektir. Halihazırda devredilemez ve tekel niteliğinde yasama yetkisini haiz bir TBMM varken, yeni bir Konvansiyon Meclisi’nin oluşturulmasını önermekle, mevcut Meclis’i bir darbe yaparak feshedip yeni Anayasa yaptıran darbecilerin zihniyeti arasında ne fark var ki?
Paylaş
Tavsiye Et