BİR saksı ile bir bahçede yetişen çiçek arasındaki fark, en basit deyişle yapay ile doğal arasındaki fark kadardır. Saksının içerdiği maddî olanaklar, fiilî imkânlar; kısaca, daha baştan kendisine konulan sınır ile bahçenin maddî olanakları, fiilî imkânları, görece geniş sınırları, hiç şüphesiz, içerilerinde yetişen nesnenin neliğini belirleyecektir. Çünkü ister yapay ister doğal bir nesnenin mahiyet halindeki olanakları, mevcudiyetinin, var-olmasının iç-sınırlarıdır. Daha basit bir deyişle, maddî ve manevî koşulların belirleyiciliği altında, içeride ne var ise dışarıya da o çıkar. Örnek olarak: Bir elma çekirdeği, uygun ortamda, saksı ya da bahçede, her ikisinin sahip olduğu koşullar altında, içini dışarı vurabilir. Örnekte, elma çekirdeğinin iç-sınırı mahiyet hâlindeki olanaklarıyla, dış-sınırı ise ortamın maddî koşullarıyla belirlenir. İç-sınır yani olanaklar ile dış-sınır yani koşulların terkibi çekirdeğin mevcudiyetini, var-olmasını tayin eder. Bir elma çekirdeğinden civciv çıkmayacağı gibi (çünkü iç-sınır buna olanak vermez); çölde de elma ağacı yetişmez (çünkü dış-sınır bunu olanaklı kılmaz). Türkçede kullanılan “çiçek açmak” deyişi, denilenleri en güzel biçimde özetler: Kapalı olanın açılması söz konusudur; açılmada dışarıya çıkacak olan, ancak ve ancak içeride kapalı bulunandır; yine de her açılma, uygun bir yeri talep eder. Yine Türkçede kullandığımız “müsait ortam” tamlamasındaki müsait sözcüğünün yardım anlamıyla ilişkisi dikkate alınırsa, kapalının açığa çıkması için yerin, ortamın, bağlamın yardımcı olması, kısaca için dışa tam anlamıyla vurması -ki buna kemal (olgunluk) denir- için şarttır. Bu istiareyi, çağdaş Türk düşünce hayatının içerisinde bulunduğu hâli modellemek için kullanabilir; bunun için de, öncelikle, istiaredeki temel terimler ile çağdaş Türk düşüncesi tamlaması arasında birebir eşleme yapabiliriz. Öncelikle iki noktaya işaret edilmelidir. Birincisi her benzetme topaldır; benzetmenin kendisi değil, yönü yani demek istenilen dikkate alınmalıdır; ikincisi ise düşüncenin, Türk, Müslüman gibi herhangi bir sıfatı olmaksızın değeri mahfuzdur. Çünkü hakikat yönünden sıfatlar arazdır; cevherî olan düşüncenin bizâtihi kendisidir; ancak siyaset yönünden, başka bir deyişle konumuz açısından, düşünceyi nitelendirmek olanaklıdır.
Belirlenen çerçevede konuya eğilirsek, her düşüncenin doğal ortamının, içerisinde yeşerdiği yani canlılık kazandığı kültürün tarihi olduğu görülür. Öyleyse, çekirdek olarak düşüncenin ortamı, bağlamı, yeri, o düşünceyi üreten kültürün tarihidir. Düşüncenin mevcudiyetini, var-olmasını, iç-sınırı, mahiyeti, özü, olanakları ile dış-sınırı, ortamı, kısaca koşullarının terkibi belirlediğine göre, çağdaş Türk düşüncesinin bir saksı düşüncesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü bizatihi saksıda yetişmesi onu doğallıktan alıkoyar, yapay kılar. Ne aşağı doğru kök salar yani derinleşir; ne de yukarı doğru boy atar yani etkiler. Bu noktada şu soru sorulabilir: Ortamın saksı gibi yapay olmasını kabul etsek bile, bu saksıda yeşeren çekirdek olarak düşünce doğal, yani köklerini o kültürün tarihinde bulan bir yapı arz edemez mi? Bu sorudan hareket ederek öncelikle şunlara işaret edilebilir: Saksının yapaylığı zâtîdir; burada saksının kendisinin yerli ya da yabancı olması ikincildir. İster yerli, ister yabancı olsun saksının maddî koşulları, içerisinde yeşerecek çekirdeğe bir doğallık sağlamaz; bizatihi saksıda olmak yapaylıktır çünkü. Öte yandan saksı ile çekirdek arasında, çağdaş Türk düşüncesi dikkate alındığında, yerli ile yabancı olmak kategorileri açısından bazı eşleştirmeler yapmak olanaklıdır: i. Hem saksı hem çekirdek yerli; ii. Saksı yerli, çekirdek yabancı; iii. Saksı yabancı, çekirdek yerli; nihayet iv. Hem saksı hem de çekirdek yabancı olabilir. Her bir durumun yaratacağı sonuçlar farklı olmakla birlikte, dört şıkta da yapaylık kalıcıdır. Çağdaş, Türk düşüncesinde her dört durumu görmek olanaklıdır ve tarihî uzaklaşma fazlalaştıkça dördüncü şıkkın ağırlığı artmaktadır.
Hem saksının, hem de çekirdeğin yerli olması iyi-niyet açısından bir değer arz etse de yapaylık yanında düşünceyi ya övgüye ya da sövgüye mahkûm eder. Fakat doğal ortamda yabancı bir çekirdek bile, kendi iç-sınırını ancak ve ancak dış-sınıra göre tezahür ettirebileceğinden, tarihî bağlamın gücü karşısında mevcut düşünce hayatını hem derinleştirebilir hem de zenginleştirebilir. Öyleyse sorun, ne saksının ne de çekirdeğin yerli ya da yabancı olması değildir; sorun bizatihi düşüncenin mekânı, yeri sorunudur. Bu nedenle tüm şıklarıyla, günümüzde belirleyici olan çağdaş Türk düşüncesi büyük oranda saksı düşüncesidir; dolayısıyla yapaydır; ne bir derinliğe ne bir etkiye sahiptir; yalnızca karıştırmaya, kavgaya, gürültüye, bölmeye, toplumun ürettiği artı-değerlere el koymak için hile yapmaya yaramaktadır.
Yapaylığın şiddetini göstermek için bir örnek verelim: Türkiye’de Kant’ın felsefesinde uzmanlaşan pek çok ad vardır. Sonuç nedir? Türkiye’de Kant uzmanı olmak, Hakkari ile Edirne arasında bir anlam ifade eder ve hiç şüphesiz bu sınır içerisinde değerlidir de… İbn Sinâ uzmanı olmak da farklı değildir; çünkü aynı sonuçları verir. Tek tek çalışmalar, uzmanlıklar büyük bir kürenin içerisinde sürdürülüyorsa, bütüne katkıları varsa o kültür için bir anlam ve değer ifade ederler; sadra şifa olurlar; yoksa bazı insanlar için unvan ve çorba parasından öte bir değerleri yoktur. Düşünme, nazarîden amelîye, hatta eyleme yönelik, siyaset, ahlâk gibi, konularda iş görüyorsa tarihî bağlama gereksinim daha da artar. Elbette denilenler toplumsal konularda insanî çözüm peşinde koşanlar için bir anlam ifade eder; insanı dışarıda bırakan tüm sistemler tarihten korkarlar; bu nedenle de ya tarihi hafızalardan silerler ya da tahrif ederler.
Bir önceki Anlayış yazımızda da belirttiğimiz üzere tarih, tabiat ile hayatı birleştiren, insanın doğasıdır. Düşüncenin doğal olması için tarihe gereksinim duyması, işte bu nedenledir; çünkü doğal, doğaya bağlıdır. Çağdaş Türk düşüncesinin yapaylıktan, saksılıktan kurtulması için bir an önce tarihiyle bağlantı noktalarını yeniden ihyâ etmesi zorunludur. Merhum Nurettin Topçu’nun deyişiyle: “... İnsan kendi iç-gözleminden uzaklaştığı nispette otomat ve taklitçi olmaya mahkûmdur. İçindeki âleme kuvvetle dalmayan, onu tanımayan insan etrafındakileri taklit eder, umumî cereyana kendisini kaptırır, herkes gibi olur. /…/. Millet de öyledir. Milletin iç hayatı, tarihi ve onun her günkü mahsulü olan mukaddesatıdır. Bunlara dalarak kendini tarih ve mukaddesatı içinde aramayan bir millet, başka milletleri taklide çalışır.”
Tarihi olmayanın koruyacak hiçbir şeyi yoktur; vatanı bile...
Paylaş
Tavsiye Et