TABİAT’IN, içerdiği türleri ve bu türler içerisinde var-olan bireyleri korumasına karşın bir süreç halinde bulunmasına benzer biçimde, Hayat da temel yapılarını sürdürmesine karşın sürekli kendini ören bir örüntü halindedir. Bu nedenle, Hayat hem varlığı hem de idraki insan türüne bağlı olmakla birlikte, sanıldığının tersine, canlı, oluş içerisinde, bütüncül, her şeyin öteki her şeyle ilişkili bulunduğu bir küredir. Bu kürenin içerisinde yaşayan bireyler, bütüne bir şey kattıkları oranda, kendilerine de bir şey katılır; sayısız değişkenin belirlediği bir alan içerisinde, kişiliklerini kazanırlar. İçerisinde yaşadıkları hayatın sahip bulunduğu hem eşyaya ilişkin davranışı hem de bilgiyi özümseyen kişilik sahibi bireyler, en sonunda, söz konusu sayısız değişkenin belirlediği iç-içe girmiş katmanlı düzenlerin ürünleri halini alırlar. Ancak belirli bir mekân ve zamanda dondurulan ve ideal-mutlak kabul edilen örüntünün ulaştığı bir sonuç, yani herhangi kayıtlı bir örgü, kişilerin hem Tabiat’taki hem de Hayat’taki eşyanın doğasına göre davranma ve bilme yetilerini köreltir. Kişi artık doğal olana, gerçekliğe göre değil örgünün belirlediği ilkelere, varsayılan gerçekliğe göre davranmaya ve bilmeye başlar. İster Tabiat’a ister Hayat’a ilişkin olsun, hakikat’in belirli bir mekân ve zamandaki tezahürü olan mukayyet gerçeklik, dondurulup ideal-mutlak hâle getirildiğinde hem süreci hem de örüntü’yü ortadan kaldırır. Böyle bir donukluk içerisinde yaşayan bir kültür ve onun üyeleri hakikat’ten de dinamik gerçeklikten de uzak düşerler; giderek Tarih’ten kopar; zamanla salt geçmiş hâlini alırlar. Sistem körlüğü denilebilecek bu hâl, doğal olanın görmezden gelinip doğal olana ilişkin belirli bir zaman ve mekândaki mukayyet varsayımların, kabullerin, o kültür içerisinde hem davranışı hem de bilgiyi belirlemesiyle başlar; mukayyet çözümleri kimlikleri haline getirmiş sistem mensupları ile bunu yanlış bulan ötekiler arasındaki çatışmalarla devam eder; en sonunda varolan kültürün başka kültürler karşısında ortadan kalkmasıyla sonuçlanır.
Bu nazarî çerçeve içerisinde iki temel tarihî örnek vererek konuyu daha anlaşılır kılmaya çalışalım: Birinci örnek, bir kültür içerisinde ilk bakışta son derece masum ve basit görünen bir kavramın, bir eşyanın bile kültürün sayısız değişkenleri arasında hem nasıl belirlendiği hem de nasıl belirlediğini, dolayısıyla her şeyin her şeyle nasıl ilişkide bulunduğuna işaret eder. Hemen herkes mekanik-otomatik saatin, XVII. yüzyılda yükselen yeni doğa felsefesinin, daha sonra da doğa biliminin temel metaforlarından birisi olduğunu bilir. Bu metafora göre, 1. Evren tıpkı saat gibi mekanik-otomatik bir düzene, dolayısıyla kurallılığa/yasalılığa sahiptir. 2. Her saatin bir saatçisi bulunduğu gibi Evren’in de bir sahibi vardır (Tanrı). 3. Saatte olduğu gibi mekanik-otomatik düzen için her parça kendisine düşen görevi yerine getirmelidir. 4. Bu görevi yerine getirmek için de her bir parça sistemin bütününe yayılan otoriteye boyun eğmelidir. İlginçtir, Kara Avrupa’sında yeni doğa felsefesinin icat ettiği ve kullanmaktan hoşlandığı bu mekanik-otomatik saat metaforundan, başta Newton ve Boyle olmak üzere ileri gelen İngiliz doğa filozofları uzak durmuş, hatta hiç haz etmemişlerdir. Bunun nedeni, mekanik-otomatik saat metaforunun otoriter mutlak monarşi siyasi sistemini destekleyen bir özelliğe sahip olmasıdır. 1. Devlet de bir düzene, dolayısıyla kurallılığa, yasalılığa sahiptir. 2. Devlet’in sahibi Kral’dır. 3. Düzen ancak toplumdaki her bireyin görevini yerine getirmesiyle sağlanır. 4. Bunun için her birey Devlet’in, dolayısıyla Kral’ın otoritesine boyun eğmelidir. İngiliz doğa filozofları ise mutlak monarşi yerine meşrutî idareyi tercih ettiklerinden mutlak disiplini ve akılsızlığı çağrıştıran mekanik-otomatik totaliter düzen yerine bireylerin cüzî iradesini içerdiklerini düşündükleri liberal düzeni öne çıkarttılar.
İngilizlerin mekanik-otomatik saat metaforuna aldıkları tavır, doğa felsefesindeki yaklaşımlarını da etkiledi: Kara Avrupa’sının tersine doğadaki manyetizma ve simya-kimya gibi gidimli/çıkarımsal akılla mekanik-otomatik olarak açıklanamayan güçleri incelemeyi önemsediler. Denilebilir ki, Leibniz ile Newton’un arasındaki tartışmaların da delâlet ettiği gibi, çekim gibi okült (batınî) bir niteliği yalnızca İngiliz yeni doğa felsefesi üretebilirdi; Kara Avrupa yeni doğa felsefesi değil. İngilizlerin bu tavrı, saati Avrupa’daki meslektaşları gibi kozmolojiyi tasvir eden bir âlet olarak almalarını engelledi; işlevselliği öne çıkartan ve çeşitli saat türleri imal eden, Sanayi Devrimi’ne kadar varacak yeni âletler icat etme zihniyetini besleyen bir rol oynadı.
Basit bir mekanik-otomatik saatin yeni doğa felsefesinden siyasete değin ne kadar belirleyici bir yer edindiği oldukça açık. Ancak aynı metaforun kadının yeni doğa felsefesindeki yerini ortaya çıkartan bir işleve sahip bulunduğunu öğrenmek de o kadar ilgi çekici. Mekanik-otomatik saat metaforunu kullanan Avrupalı filozoflar için kadınlar hem düşünce hem de davranışlarında saat gibi dakiklik gösteremediklerinden, dolayısıyla mekanikliğin gerektirdiği soğukluğa sahip bulunmadıklarından, duygusal ve karışık olduklarından, gidimli-çıkarımsal akıl gerektiren yeni doğa felsefesiyle uğraşmaları da doğru değil. İngilizler için ise hem dinî hem de siyasi sistemlerinin başı olabilen kadının (Kraliçe) bu tür bir metafor uğruna gözden çıkartılması kabul edilemez. David Noble, yeni doğa felsefesinin oluşumu sürecinde kadına yüklenilen bu niteliklerin, saat metaforu dışında Avrupa kültüründe daha derin kökleri olduğunu düşünüyor: Batılı bilme tarzı, Ortaçağda vahyî teolojiyle, Yeniçağda da doğal teolojiyle ilgili olduğundan, dinî bir meslek olan ruhbanlık kültürü içerisinde değerlendirilmiş ve kadınlar hep dışarıda tutulmaya çalışılmıştır.
Örüntünün dondurulmasıyla ortaya çıkan sistem körlüğüne en güzel örneklerden birisi ise Aztekler’in bazı önemli dinî törenlerinde insan kurban etmeleriyle ilgilidir. Aztekler bu iş için kurban adaylarını ilk zamanlarda kendi mensuplarından seçerlerdi. Ortaya çıkan nüfus azalması sorununu aşmak için bir süre sonra bundan vazgeçtiler ve düşman kabilelerle yapılan savaşlarda canlı ve elden geldiğince yaralanmamış esir almaya çalıştılar. Kendilerinden daha az gelişmiş savaş aleti ve tekniği kullanan kabilelerden esir almak kolaydı. Ancak aynı ilkeyi, bölgelerine gelen ateşli silah kullanan, zırh giyen ve gelişmiş savaş tekniklerine sahip İspanyollara karşı da kullanmaya kalkışmaları sonlarını getirdi. Sahip oldukları ilkeyi eşyanın yeni durumuna karşı değiştirmeyi reddettiler; eşya da onları reddetti.
Kültürlerin eşyanın doğasına ilişkin belirli bir zaman ve mekânda geliştirdikleri bir davranış ve bilgi tarzı işe yararlılığını kaybettiğinde değiştirilmez ise yeni durum o kültürü yok eder. Çözüm, sürekli ile değişeni görmekten, özellikle eşyanın doğasına uygun davranma ve bilme yeteneğini her zaman canlı tutmaktan geçer. Tersi durumda sistem körlüğü hayatı kötürümleştirir.
Paylaş
Tavsiye Et