XVI. YÜZYILDA Shakespeare’in Hamlet’i “Dünya bir zindandır!” diye gürlediğinde, zihnin kısa devre yapmasına ve ardından da dünyanın darmaduman olmasına henüz iki yüzyıl vardı. Lukacs’ı, Nietzsche’si… ile yersiz yurtsuzluk virüsü damarlarımızdaki asil kana karışmamış, Hölderlin’in Hyperion’u “Ben aslında yurtsuz, duraksız yaşamak için dünyaya gelmişim” vızıldamalarıyla içini dökmemişti. Yazıldığı dönem itibarıyla dil, anlatım ve konu olarak tragedyanın klasik kalıplarına bağlı kalan oyunun belki de en belirgin özelliği, yarattığı Hamlet karakteriyle klasik anlatımda fazlaca yer bulmayan bireye eğilmesidir. Ne tam olarak saray adamıdır Hamlet ne de halktan biri; evindedir ama kendisini evinde hissetmez. İntikam ateşiyle adalet duygusu, keskin dili ve alaycılığıyla içe kapanıklığı, acı çekmesi ile acılarına son verecek iradeyi göstermesi, kahramanlığıyla zayıflığı arasında bocalar durur. Kalabalıklar arasındadır ama tek başına kalmıştır. Bilgedir ama mecnun görünür. Bir hâli diğerini tutmaz: Hırslı, coşkulu, kusurlu, kuşkucu, huzursuz, anlaşılmaz, nevrotik… Kendi içinde döner durur ama bir “yurt” edinemez.
Çelişkiler içinde bocalayan bu yalnız adam, krallığın sorunlarından ziyade kendi tereddütleriyle boğuşur. Sarayın yerleşik düzenine ayak uyduramayışın sancılarını, en primitif haliyle de olsa modern dönemin artçı sarsıntılarını yaşar. (Modern çağa yaklaşıldığında artık kafanın içindekiler de buharlaşıp belirsizleşecektir.) Toplumunkilerle değil, kendi ferdî acılarıyla sarmalanmıştır. Kendi felâketinden toplum adına bir kurtuluş ummaz. Aklı ile gönlü, iç dünyasıyla dışarıda olup bitenler, görünen ile görünenin arkasında yatan hakikat âdeta iplik iplik ayrışmıştır bu “aklı karışık” prenste. Kişiliğindeki bu ikilem onun en belirgin özelliğidir.
Tam da bu ikilemden doğar çağdaş yazın… Bir kral oğlu olmasına rağmen, bir tür entelektüel psikolojisi içerisinde bulduğumuz Hamlet’i, henüz iki dünya arasında bir yol ayrımına gelinmeyen bir dönemde böylesine çalkalandıran saikin, zihin/yazın dünyamızdaki yansımalarıdır hepi topu modern edebiyat.
Hamlet’ten bu yana, başı gökten, ayağı yerden iyice kesilen insanoğlunun, bu toz duman bulutu içinde kendisine tayin ettiği yön, yazarından ve okurundan bağımsız değildir şüphesiz. Duygu-düşünce dünyamızın allak bullak edildiği yaşantı biçimlerimiz ve bölünmüş zihnimiz, yazma biçimlerini de birinci elden belirleyecek, sımsıkı tutunduğu kökleri ve baş döndüren “aura”sıyla bir zamanların hemen her türlü anlama vâkıf yazarı da en nihayet biçareliğini yanına katık ederek göçebeliğe soyunacaktır. Yazar, bütün değil “parçalar” üzerinden eserini ortaya koyacak, okur da parçaları bütünleştirebilme gayretiyle eserden anlam üretme çabasına girişecektir: “Benim karakterlerim, uygarlığın geçmişiyle geleceğinin çakışmasıdır. Kitap ve gazete kesikleridir. İnsanlık kırıntılarıdır. Ruhumuza benzetilerek dokunmuş halılar ve paçavralardır.” (Strindberg)
Eril Dil-Dişil Dil
Hamlet’in zindanı, toplumdan bireye, bilinçten bilinçaltına doğru incele-yarıla, çatlaya-kırıla hayli mesafe kat etti. Tüm bu yarılıp çatlamalar arasına ve katmanlar sıralamasına kimlikler de dâhil edilip, “kadınlık durumu” ayırt edici bir yazarlık vasfı olarak karşımıza çıktı: “Erkek yazar, kadın okur”, “erkek özne, kadın nesne”, “erkek kalem, kadın kâğıt”, “mühendis erkek, damardan yazan kadın” vb…
İster bir çeşit geçişkenlik ve çift kişiliklilik köprüsü kuralım, ister kadın yazar-yazar kadın arasında tercihte bulunalım, yazar kavramı yeni bir basamak, farklı bir kıstas daha kazandı çağdaşlaşma ile birlikte: Yazar-çağdaş yazar.
Son yüz-yüz elli yıldır dünya edebiyatında boy gösteren bu yeni tip yazar ise, ilgilisinin, altındaki imzaya bakmadan okuduğu metnin bir kadına mı yoksa bir erkeğe mi ait olduğunu tahmin edebildiği yüzyıllık bir alışkanlığı değiştirdi. Kadın ya da erkek olmanın hâlihazırda getirdiği farklılıkları, algıları aşan, dünyaya bir kadın ya da erkek olarak değil, bir aydın olarak bakabilen yeni/çağdaş yazarın ülkemizdeki en ideal örneklerinden biridir Adalet Ağaoğlu.
“Kendimi Kullanmak İstiyordum. Hayata Karışmak…”
Yazarlığı kadınlık söylemine sıkıştırmayan, “kadınlık hâlleri”ni eserlerinin mihenk taşı kılmayan ve eril-dişil handikabına düşmeyen Ağaoğlu, cinsiyetin, yazarlığın alt katmanlarından biri olarak yer aldığı eserlerinde aydın kimliğini önceler. “Kadın ruhuna inmeyi” becermekle (nasıl oluyorsa) nam salan ve “Hiçbir kadın yazar, kadın dünyasını bu düzeyde dile getiremedi!” şeklinde reklâm edilen erkek yazarlar ile metindeki hemen her düğümü köpürtülmüş kadınlık durumlarıyla aşmaya çalışan kadın yazarların bu tek boyutlu yolunu tekrarlamak yerine, karakterlerini, modern çağın dayattığı karmaşık ilişkiler ağı içerisinde, yersiz yurtsuzluğuyla kurgulamayı tercih eder: “Sezdiğim bir şey var: Modernizmin yol açtığı bilinç parçalanmaları salt şizofren toplum, kaosta insan çerçevesinde kalmayacaktır. Bu parçalanmanın yazınsallığa, roman kurgulamalarına nasıl yansıdığı da gündemde olacaktır.”
Özellikle 1980’lerden sonra yazdığı hikâyelerini, modern şiirin şaire tanıdığı imkânlara benzer şekilde, belirli bir ritim, “artık anlam”lar, zıtlıklar ve hemen her karesinin ölçülüp biçildiği formlar üzerine bina eder. Modern insanın zihni bulanıklığını; benzetmelerle, imgelerle örülü, bir ve belirgin bir anlama tekabül etmeyen cümleleriyle, bilinemez, betimlenemez bir dünyanın da zaten böyle bir dili zorunlu kıldığını gösterir. Yazarın 1986’da kaleme aldığı İki Yaprak hikâyesi bu dile güzel bir örnektir: “Kendimi kullanmak istiyordum. Hayata karışmak...”
Fırtınanın önünde hızla sürüklendikten sonra, Hannover’de yan yana düşen iki isimsiz kişidir, İki Yaprak’ın iki sürgünü.
Hikâyenin bir kahve içimlik süresi boyunca, karakterlerin bilinçaltları devreye girer.
“Onu tanımak istedim. Bir savruluşun ardından, dünyanın dört bucağında neyi aradığımı bilmeden dolanıp durduktan sonra…”
Geçmişle gelecek, düşle gerçek birbirine girer: “Hadi diyorum, Afrika’ya bilet alalım…”
“Ama sonra Tibet’e de almak gerekir, diyor.”
Zikzaklı anlatımıyla, kimileyin yavaşlayan, kimileyin de artan tempomuza ayak uydurmaya çalışır. Anlam gittikçe perdelenir ve iç bütünlük çetrefillikle yer değiştirir. Her biri bir forma ve yapıya yaslanan cümleleriyle biçim-içerik arasında kurulan hassas dengenin öyle kolay kolay geçilemeyeceğini gösterir okuruna. “Kullanmak istiyordum kendimi… Daha doğrusu istek ötesi bir şey… Değişmezsem ölmüş olacaktım.”
Ağaoğlu’nu, içindekini, usundakini, (kimilerine göre “arıza”sını) ne var ne yok bir çırpıda ortaya döküvermekle eleştirilen kadın yazarlardan ayıran nitelik tam da burasıdır: Yazının stratejik noktalarını, kadın ya da erkek değil, birey üzerinden çatar. Kahramanlarını, modern hayatın dayattığı tempoda, bu temponun yol açtığı “tereddüt”leriyle ele alır. Büyük anlatıların, kendine bile güveni kalmayan yazarlarla ve yetinmezlik duygularıyla yer değiştirişini, yakalandığı anda kaçanı, yurtsuzluğumuzu ve göçebeliğimizi çarpar yüzümüze; Hamlet’in zindanını işaret eder.
Paylaş
Tavsiye Et